HÂKİMİYYET VE BAZI TEREDDÜT VE İDDİALARA CEVAP

13-09-2017

HÂKİMİYYET VE BAZI TEREDDÜT VE İDDİALARA CEVAP

 

Hâkimiyet iki kısma ayrılır. Bunlardan biri teşri-i hâkimiyet, diğeri de icra-i hâkimiyet.

Teşri-i hâkimiyet demek, şeriat vazetme, kanun koyma hâkimiyeti demektir ki, bu Allahu Azîmüşşân'a mahsustur. Bu hak ve bu salahiyeti kimseye vermemiştir. İcra-i hâkimiyete gelince, bu mevcut kanunları icra etmek ve yürütmektir. Bu da asıl itibariyle Allah'a mahsustur. Ancak, Cenâb-ı Hak bu icra hâkimiyetini, kendisine halife olmak üzere yarattığı insana vermiştir ve bu suretle insanoğlu kanunları yürütme ve uygulama hâkimiyetine sahip olmuştur. Bu itibarla şu kaideyi söyleyebiliriz:

"İnsan dünyaya kanun yapmak, kanun koymak için değil, Hâkim-i Mutlak olan yaratanın gönderdiği İslâm kanunlarını, Şeriat’ın kanunlarını uygulamak üzere gelmiştir."

Binaenaleyh, insanın kanun koymaya, anayasa yapmaya ne gücü yeter ne de kendisine böyle bir salahiyet verilmiştir. Modern demokrasinin savunucuları arasında, belki de en büyük ismi olan Rousseau, mutlak mânâda hâkimiyeti halka veriyor. Fakat halkın hükümete nasıl müessir olacağı hususuna bir açıklık getiremiyor. Teşri kuvvetinden de bahsederken kanun koyucularının çok iyi niyetli ve üstün zekâya sahip olmaları lâzım geldiğini ileri süren Rousseau, insanlar arasında öyle vasıflara sahip insan bulmaktan ümidini kesmiş olacak ki, "İnsanlara kanunlar vermek için tanrıların olması zaruridir!" diyerek insanın insan olarak kanun koyamayacağını ifade ediyor ve bu fikriyle İslâm'ın görüşüne yaklaşmış oluyor.

 

İcra Hâkimiyeti

Müslümanlar bu icra hâkimiyetini nasıl kullanırlar? Ya doğrudan doğruya kendileri bir araya gelerek kullanır veya temsilcileri vasıtasıyla kullanırlar.

Birinci şık zor olduğu için ikinci şık tercih edilmiş ve o gün bugün bu usûle uyula gelmiştir.

Müslümanlara verilen bu hâkimiyet bir hak olduğu gibi aynı zamanda bir görevdir. Müslümanlar bu görevi İslâm Anayasası'nda belirtildiği şekilde yerine getirmekle mükelleftirler ve bu mükellefiyet farz hükmündendir. Yani Müslümanların devlete sahip olmaları ve Allah kanunlarını icra edecek Halife'yi intihap etmeleri ve devletin başına getirmeleri bir farizedir; bütün Müslümanlar bundan sorumludur!..

 

 

İSLÂM DİNİ VE HÜKÜMET

Yukarıdan beri gördük ki, devleti ve devletin icra organı olan hükümeti dinden ayırmak mümkün değildir. Böyle olunca İslâm ümmetinin bir devlete, bir hükümete sahip olmaları farzdır. Bu farziyet birkaç yönden sabittir. Biz burada sadece birkaçına işaret edeceğiz:

a) Dinî ve dinî değerleri korumak ancak devletle ve devlet gücüyle mümkündür. Devlet olmadan dini ve dinî değerleri korumak imkân haricidir. Müslümanların bugünkü yürekler acısı hâlleri devletlerini kaybetmelerinin bir sonucudur. Çünkü din ile devlet ikiz kardeştir. Din temeldir, devlet onun bekçisidir. Temelsiz bina yıkılmaya mahkûm olacağı gibi bekçisiz eşya da zayi olur gider.

b) İmam-ı Gazâli şöyle der:

"Dinin nizâmı ancak dünya nizâmıyla hâsıl olur. Dünya nizâmı da ancak, kendisine itaat edilen adil bir imam, bir devlet reisinin mevcudiyetiyle mümkündür... Dünyada mal ve can emniyeti ancak devletin ve kendisine itaat olunacak devlet başkanının varlığı ile mümkündür!.." (EI-İktisâd fi'l-İ'tikâd)

c) Nesefî Akâidi’nde şu satırları okuyoruz:

"Müslümanlar için bir imam (devlet başkanı) zaruridir. Çünkü, şer'î hükümleri infaz etmek, had cezalarını tatbik etmek, sınırları korumak, ordular teçhiz etmek, zekât mallarını toplayıp müstahaklarına dağıtmak, zorbalığı, eşkıyalığı önlemek, Cuma ve bayram namazlarını ikame etmek, ümmet arasında vaki olan ihtilafları ve anlaşmazlıkları gidermek, velisi bulunmayan küçükleri evlendirmek, ganimet mallarını taksim etmek vesaire gibi amme hizmetlerini yürütmek ancak bir imamın varlığı ile mümkündür!.."

d) Sahib-i Mevâkıf der ki:

"Kesin olarak biliriz ki, dinin muamelât, münâkehât, cihad, hudud vesaire gibi hükümlerinin meşru kılınmasında Şâri Teâlâ'nın gayesi insanların maddî-manevî maslahatlarını temindir. Bu maslahatların sağlanması da ancak bir imamın devletin başına getirilmesiyle mümkündür."

e) Şarih Cürcanî şu ilâveyi yapıyor:

"İmam nasbetmek, dinin en büyük gayelerinden biri olduğu gibi, Müslümanların maslahat ve huzurunu sağlamak yönünden en mühim vasıtadır."

f) İbn-i Haldun'un görüşleri de şöylece özetlenebilir:

"İnsanın yaratılışının gayesi bu dünya değildir. Dünya, ahiretteki hayatın bir vesilesidir. Esas hayat oradadır. Dünyadaki bütün işler ahiret hayatına göre tanzim edilecektir. Bunun ölçüsünü insan aklı, insan siyaseti veremez. Öyle ise şeriata, ilâhî nizâma ihtiyaç vardır. İlâhî nizâmı tebliğ ve icra edecek de ancak peygamberler ve onların varisleri olan halifelerdir."

g) İslâm dininde cihad yapmak farzdır, emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmak farzdır, cezaları infaz etmek farzdır, sınırları korumak farzdır. Dâhilde asayişi sağlamak farzdır, ordular teşkil etmek ve harp sanayiini, dünyanın Müslüman olmayan millet ve devletlerini korkutacak seviyede hazırlamak farzdır, mahkemeler kurup adaleti sağlamak farzdır!..

Evet, bütün bunlar farzdır, Allah'ın kesin emirleridir! Bütün bu farzları yerine getirmek ancak devletle, devlet eliyle mümkündür. Öyle ise Müslümanların devlete sahip olması, devlet kurması farzdır. Çünkü "Bir şey ki, bir farzın yerine getirilmesi onun varlığına bağlıdır. Öyle ise o da farzdır!" kaidesi vardır. Kaldı ki, İslâm'da devletin lüzum ve vücubunu gösteren nice âyet ve hadisler vardır. İşte bunlardan birkaçı:

"Fitneden eser kalmayıncaya ve din de yalnız Allah'ın oluncaya kadar o kâfirlerle savaşın. Vazgeçerlerse, artık düşmanlık ancak zalimlere karşıdır." (Bakara Sûresi, 193)

"Ey mü'minler! Hoşunuza gitmediği hâlde, din düşmanlarıyla savaşmak üzerinize farz kılındı!" (Bakara Sûresi, 216)

"Kendilerine savaş açılan mü'minlere savaşmaları için izin verildi!.." (Hacc Sûresi, 39)                       

"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygamber'e ve sizden olan idarecilere itaat edin!" (Nisa Sûresi, 59)

 

 

BAZI TEREDDÜT VE İDDİALARA CEVAP

İslâm âleminin her yerinde kültürlü kitlenin kahir çoğunluğunu teşkil edenler, maalesef Batı kültürüyle yetişenlerdir. Bunlar umumiyetle hâkim, mühendis, doktor, avukat, edebiyatçı, maarifçi, siyasetçi gibi yüksek tahsil yapmış kimselerdir. Fakat üzüntü ile kaydetmek lâzımdır ki, bunlardan çoğunun İslâm dini hakkındaki bilgileri yok denecek kadar azdır. İslâm kültürünü bilmezler. Bildikleri sadece ortada dolaşan lâflardır, hep kulaktan dolan şeylerdir...

Fakat İslâm'dan, İslâm kültüründen uzak kalmış olmalarına rağmen bu kitle, maalesef İslâm âlemine hâkimdir, yönetim ve idare bunların elindedir. Yabancı devlet ve milletler nezdinde İslâm'ı temsil edenler de bunlardır. Batı kültürüyle yetişen bu okumuşların çok garip, garip olduğu kadar da çok gülünç iddiaları vardır. Her söz gelişinde bu teranelerini tekrar eder dururlar.

İddialarının birkaçına işaret edelim:

Birinci İddiaları: "İslâm'ın Devletle Alâkası Yoktur!.."

Batı kültürünün tesiri altında kalan bu yarı aydınların iddialarına göre, İslâm da bir dinmiş!.. Din ise Allah'la kul arasında bir şey olup devletle, devlet işleriyle hiçbir alâkası yokmuş!..

Şimdi siz onlara diyeceksiniz ki, İslâm'ın ana kaynağı Kur'ân-ı Kerim'dir. Binaenaleyh, dinî bir mevzuda verilecek hükümlerin Kur'ân'da bulunması gerekir. Sizin şu iddianızı isbat edecek Kur'ân'da veya hadiste herhangi bir deliliniz var mıdır? Lütfen söyler misiniz?.. Adamlar, ya dilleri tutulmuşçasına susacaklar ya da bir yığın saçmaları tekrar edip duracaklardır. Bu arada şunu söyleyeceklerdir: "Batı, devleti kiliseden, kiliseyi de devletten ayırdı ve iyi yaptı. Avrupa için iyi olan şey başka milletler için de iyidir!" Milletlerin tarihini, örf ve âdetlerini, mânâ yapılarını, sosyal yapılarını, tek kelime ile dinî hayatlarını nazar-ı itibara almazlar. Hiç düşünmeden maymunca Batı’yı taklit edip dururlar. İslâm'da dinle devletin birbirinden ayrılmasının mümkün olmadığını ve olamayacağını bilmezler, bilemezler. Bu yarı okumuşlar, yabancı kitapları okudukları kadar Kur'ân-ı Kerim'i tetkik etseler görecekler ki, Kur'ân katil, hırsız, âsi, zâni, iftiracı gibi suçluların çarptırılacakları cezaları kat'î olarak getirmiştir. İşte âyetler:

"Ey iman edenler! Maktuller hakkında kısas sizin için farz kılındı." (Bakara Sûresi, 178)

"Bir mü'minin diğer bir mü'mini yanlışlık eseri olmayarak öldürmesi yakışmaz. Kim bir mü'mini yanlışlıkla öldürürse, imanlı bir köleyi azad etmesi ve ölenin ailesine teslim edecek bir diyet vermesi lâzımdır! Meğer ki, onlar sadaka olarak bağışlamış olsunlar." (Nisâ Sûresi, 92)

"Erkek hırsızla kadın hırsızın, irtikap ettikleri suça karşılık, ceza ve Allah'tan insanlara ibret verici bir ukûbet olmak üzere ellerini kesin! Allah mutlak galiptir, yegâne hikmet ve hüküm sahibidir." (Mâide Sûresi, 38)

"Allah ve Resûlü'ne harp açanların, yeryüzünde yol kesmek suretiyle fesatçılığa koşanların cezası ancak, öldürülmeleri yahut asılmaları yahut elleriyle ayaklarının çaprazvarî kesilmesi yahut da oldukları yerden sürülmeleridir. Bu, onların dünyadaki rüsvalığıdır. Ahirette de onlara başka çok büyük bir azap vardır." (Mâide Sûresi, 33)

"Zina eden kadınla, zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurun. Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız bunlara Allah'ın dinini (kanununu) tatbik hususunda acıyacağınız tutmasın. Mü'minlerden bir zümre de bunların azabına şahid olsun!" (Nûr Sûresi, 2)

"Namuslu ve hür kadınlara iftiradan sonra dört şahid getirmeyen kimselere de seksen değnek vurun. Onların şahitliklerini ebediyen kabul etmeyin. Onlar fasıkların ta kendileridir." (Nûr Sûresi, 4)

Yukarıda meâlini verdiğimiz âyetlerden gayet açık bir şekilde anlaşılmaktadır ki, İslâm dini, birtakım fiil ve hareketleri yasaklamış, birtakım suçlar için cezalar koymuş ve bu cezaların yerine getirilmelerini de emretmiştir, farz kılmıştır. Yasak koymak, emir vermek, ceza koymak, tatbikini mecbur etmek ancak devletin yapabileceği işlerdendir.

Fert bunları yapabilir mi? Bunları yerine getirmeye gücü yeter mi? Bunlar da bir vicdan işi midir? Sadece Allah ile kul arasında bir şey midir?.. Bunlara kimse "Evet" diyemez!

O hâlde bunları ancak devlet yapabilir, devlet yapacaktır. Öyle ise, İslâm'da devlete ihtiyaç vardır, İslâm dininde devletin olması zaruridir. Devletsiz bu işleri icra etmek mümkün değildir. Müslümanların devleti yoksa mutlaka devlet kuracaklardır, devlete sahip olacaklardır. Hem de İslâm nizâmına göre, İslâm anayasasına göre Allah'ın emir ve hükümlerini yürüteceklerdir. Başka çıkar yol yoktur! Her Müslüman bundan mesuldür!..

İslâm dini sadece kanun koymakla yetinmemiş, devlet nizâmı için birtakım esaslar da getirmiştir. Mesela "Şûra" esasını getirmiş, devlet başkanının ve devlet yöneticilerinin ne şekilde işbaşına getirileceklerinin yolunu göstermiştir. Ve "… Onların aralarındaki işleri şûra iledir!.." (Şûra Sûresi, 38) diye buyurmuştur.

İslâm'ın bu ve benzeri âyetlerle umumun reyine dayalı "Şûra" ile bir hükümet kurmayı emretmesi demek, İslâm'ın dinle devleti birleştirmesi demektir. İslâm, eğer dinle devleti birleştirmese idi, bu hükümleri koymazdı.

Yine Kur'ân-ı Kerim, idarenin Allah'ın indirdiği hükümlere uygun bir şekilde olmasını, emanetin ehline verilmesini emretmekte, aksi hâlde hareket edenlerin zalim, fasık ve kâfir sayılacaklarını beyan buyurmaktadır:

"Şüphesiz ki, Allah size emanetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder!" (Nisâ Sûresi, 58)

"Onların arasında Allah'ın indirdikleriyle hükmet!.." (Mâide Sûresi, 49)

"… Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kâfirlerin tâ kendileridir!" (Mâide Sûresi, 44)

İnsanlar arasında hükümleri icra etme ise devletin işidir. Eğer İslâm, dinle devletin arasını ayırmış olsa idi, bunları emretmezdi!

Ayrıca İslâm dini, mârufu emretmiş, münkeri nehyetmiştir. Dinin emirlerini ihmal edenlere emirler vermek, dinin yasaklarını işleyenleri menetmek her yerde ferdin işi değildir. Ferdin buna gücü yetmez. Bunlar devlet işidir. Çünkü emirler verip yasaklar koyan, zorlayıcı ve yaptırıcı güce sahip olan ancak devlettir. İşte bir âyet:

"Sizden öyle bir cemaat bulunmalıdır ki, onlar herkesi hayra çağırıp iyiliği emretsinler, kötülüklerden menetsinler. İşte kurtuluş ve yükselişe erenler bunlardır!" (Âl-i İmran Sûresi, 104)

Müslümanlar arasında mârufu emredip, münkerden vazgeçiren bir kitlenin bulunması demek, onların bu dini hükümleri uygulayan bir devletleri olması demektir. Yoksa bunları yapmak fertlerin kârı değildir. Şayet İslâm dinle devleti birbirinden ayırsaydı, böyle bir hüküm getirmezdi. Peygamber Efendimiz de şöyle buyurur: "(Bir gün gelecek) bu din, ilik ilik çözülecek. İlk çözülen ahkâm (devlet yönetimi), son çözülen de namaz olacaktır."[1]

Bu hadîs-i şerif de gösteriyor ki, din devletsiz yaşamaz, yaşayamaz! Devlet dine sahip çıkmaz da devlet yönetiminden din kaldırılırsa, devletin bütün müesseselerinden, aile müesseselerinden, hatta ferdin hayatından din ve dinî vecibeler yavaş yavaş kalkmaya, silinmeye başlar. Sıra namaza gelir, o da zamanla terkedilir. İşte günümüzde Şeriat’ı, Şeriat kanunlarını kaldırıp da Laik düzeni getirmiş olan devletlerin bugünkü yürekler acısı hâlleri, bu hadis-i şerif’in tehlikeli gördüğü durumun açık örnekleridir.

İslâm dini, dinle devleti, devletle dini birleştirmekle kalmamış, aynı zamanda kurulacak devletin ve iktidara getirilecek şahsiyetlerin Kur'ân'ın hükümlerine uygun bir şekilde yaşamalarını da tavsiye etmiştir. Ve şöyle demiştir: "Onlar öyle inanmışlardır ki, biz eğer kendilerine yeryüzünde bir iktidar mevkii verip (onları iktidara getirirsek) namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederler, kötülüğü nehyederler. Her işin sonu yine Allah'a varır!" (Hacc Sûresi, 41)

Bu âyet-i kerime’den de açıkça anlaşıldığına göre ideal bir devlet düzeninin yürütücüleri, yani devlet adamları namazlarını kılıp, zekâtlarını verirler, Allah'ın emrettiklerini yapıp, nehyettiklerinden kaçınırlar, şahsî ve siyasî görevlerini birleştirip İslâm'ın esaslarına göre düzenlerler. Kur'ân'ın hükümleri, emir ve yasakları uhrevî mevzularda olduğu gibi, bir o kadarı da hatta daha fazlası dünyevî mevzulardadır. Mesela: Dâhilî bozukluklar, devletlerarası ihtilaflar, harpler, barış ve anlaşmalar gibi içtimaî mevzular için de ayrı ayrı hükümler vardır. Kur'ân zenginlerin mallarında fakirlerin hakkı olduğundan, yetimlere, miskinlere, acizlere devletin bakmasının şart olduğundan birçok âyetlerinde bahsetmektedir. Kısacası Kur'ân-ı Kerim hem dünyevî mevzularda hem de uhrevî mevzularda boşluk bırakmayacak şekilde hükümler koymuş, dinî hükümlerde içtimaî hükümleri, içtimaî hükümlerde de dinî hükümleri dercetmiştir.

İslâm dinin emirlerini yaptırmak için devleti kullandığı gibi, dini de devletin istikrarı, devletin başarısı için vesile kılmıştır. Devlet gücü olmazsa, devlet dine sahip çıkmazsa, din çözülür gider!..

Şimdi bir an düşünelim: Dinle devleti, devletle dini birleştirmek, kaynaştırmak olursa bu kadar olur. Mesela o hâldedir ki, İslâm'da dinle devlet etle kemik gibi iç içe girmiş, ruhla beden gibi birbirinin "lâzım-ı gayr-i mufârık" (ayrılması mümkün olmayan) olmuştur.

O hâlde, Batı kültürüyle yetişen ve "İslâm'da devlet yoktur!" diyenlerin bu iddiası, İslâm'ın ruhuna da, metnine de tamamen aykırıdır, yanlıştır, fahiş hatadır, İslâm'a şeni bir iftiradır!..

Batı kültürüyle yetişenlerin ikinci bir iddiaları da "İslâm dini bu asra uymaz, onun devri geçmiştir. Yirminci asra geldik. Artık doğmalarla devlet yönetilemez!.." gibi sözleridir. Fakat bunlar bu iddialarını isbat edecek hiçbir delil gösteremezler, gösterememişlerdir. Söyledikleri peşin hükümlerdir, kupkuru bir iddiadır, lâftan ibaret, cahilce ve gülünç bir iftiradır.

Sistemlerin cemiyetlere uygunluğu, o sistemlerin istinad ettiği prensiplerin sıhhatli olup olmayışına bağlıdır. Bu noktadan hareket etmiş olursak, İslâm'ın prensiplerinden günün icaplarına uymayan birisini bulmak mümkün değildir. Eğer onlar İslâm'ın prensiplerini tetkik etmiş olsalardı, iddialarının ne kadar cahilce olduğunu anlayacaklardı. Dün, bugün ve yarın bütün cemiyetlerin ve her akl-ı selimin aradığı ve arayacağı, önemle üzerinde durduğu ve diğer prensiplere temel teşkil ettiği üç prensip vardır: Hürriyet, adalet, müsavât!

İslâm dini hürriyetin de, adaletin de müsavâtın da en mükemmelini beşeriyet âlemine getirmiştir.

 

Hürriyet Prensibi

İnsan hür olarak doğar ve hür olarak yaşar. Evlenme hürriyeti, mesken edinme hürriyeti, tahsil hürriyeti, çalışma hürriyeti, meslek seçme hürriyeti, seyahat hürriyeti vardır. Hatta İslâm fikir ve inanç hürriyeti de getirmiştir. Allah'ın varlığı ve birliği hakkında bile tartışmaya müsaade etmiştir. Akla ve tefekküre mühim bir yer vermiş, ilmî araştırmayı teşvik ve tavsiye etmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de altmıştan fazla âyet-i kerime akla, fikre ve ilim adamına hitap etmektedir. Fizik, kimya, biyoloji ve astronomi gibi tabiî ilimlere 700'den fazla âyet-i celîle’sinde yer vermiştir. İslâm, "Bilenlerle bilmeyenler hiç müsavi olur mu?" (Zümer Sûresi, 9), "Hikmet Müslümanın kaybolmuş malıdır. Onu, nerede bulursa oradan almaya herkesten daha haklıdır!"[2] demiş, "Beşikten mezara kadar ilim arayın!" (Kelâm-ı Kibâr), "İlim Çin'de de olsa gidin öğrenin!"[3] demek suretiyle de ilim tahsili için, ne zaman tanımış ne de mekân!.. "Oku!" emri Kur'ân'ın insanlığa ilk hitabı olmuş, Allah'ın varlığı ve birliği hususunda şahidlik makamı, meleklerden sonra ilim adamlarına verilmiştir.

Elhâsıl, İslâm dini çok geniş bir fikir hürriyeti getirmiştir. İslâm'da "Sorma inan, yoksa başın gider!" prensibi yoktur. "Sor, araştır, incele, ondan sonra inan!.." serbestisi vardır.

Niçinine gelince: İslâm dini her yönüyle kendine güvenen bir nizâmdır, Allah nizâmıdır. Onun esasında ve teferruatında eksiği ve gediği yoktur. Hatası asla düşünülemez. Her şeyiyle ilme, akla ve mantığa tıpa tıp uygundur. Allah'ın şaşmaz ilmine ve sonsuz kudretine dayanmaktadır. Bu itibarla insan aklına, insan ilmine ve insan fikrine meydan okuyor, akl-ı selime hitap ediyor ve diyor ki: "İşte meydan! Arayın, araştırın, inceleyin! Bir daha arayın, araştırın, inceleyin, tatmin olmuyorsanız tekrar tekrar bunları yapın! Fakat neticede beni seçeceksiniz, beni beğeneceksiniz, benim eksiğimi, gediğimi bulamayacaksınız. Aradığınızın, arzu ettiğinizin en mükemmelini bende bulacaksınız. Çünkü, ben Allah'ın şaşmaz ilmine ve sonsuz kudretine dayanan bir din, bir nizâmım!.."

 

Adalet Prensibi

İslâm dininin beşeriyet âlemine lütfettiği temel prensiplerden biri de adalet prensibidir. Bu mevzuda o kadar çok âyet ve hadis vardır ki, yüzlerin üstündedir. Burada birkaçını meâlen kaydedelim:

"İnsanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmediniz!" (Nisâ Sûresi, 58)

"Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutanlardan, adaletle şahidlik edenlerden olun. Bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevk etmesin! Adalet yapın! Zira takvaya en yakın olan odur." (Mâide Sûresi, 8)

"Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutanlardan ve Allah için şahidlik edenlerden olun! O hükmünüz veya şahidliğiniz velev ki, kendinizin veya ana babanızın yahut yakın hısımlarınız aleyhinde olsun, isterse onlar zengin veya fakir olsun. Çünkü Allah ikisine de sizden daha yakındır. Artık siz adaletten dönerek keyfi hevanıza uymayın!" (Nisâ Sûresi, 135)

"Bir gün adaletle hükmetmek, altmış sene (nafile) ibadetten daha hayırlıdır." (Câmiu's-Sağîr)

Müsavât Prensibi

İslâm dininde müsavât prensibi de çok önemli bir yer işgal etmektedir. İslâm dini bir ferde, bir sınıfa veya bir zümreye imtiyaz hakkı vermediği gibi ırk, renk, dil ve din farkı da gözetmemiştir. Adalet önünde hükümdarlarla sıradan bir vatandaşı hatta bir gayrimüslimi eşit tutmuştur. Buna dair âyet ve hadislerin sayısı da çoktur: "Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Hem de sizi soylara, kabilelere ayırdık ki, birbirinizi tanıyasınız. Şüphe yok ki, Allah her şeyi en iyi bilendir, her şeyden haberdardır!" (Hucurat Sûresi, 13)

"De ki: "Ey ehl-i kitap! Bizimle sizin aranızda müsavi bir kelimeye gelin. Şöyle ki, Allah'tan başkasına tapmayalım, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım, Allah'ı bırakıp da birbirimizi rabler edinmeyelim!.." (Âl-i İmran Sûresi, 64)

"İnsanlar bir tarağın dişleri gibi birbirine eşittirler!.." (Tayâlisi)

"Ne Arab'ın Arab olmayana, ne de Arab olmayanın Arab olana bir üstünlüğü vardır!.." (Ahmed b. Hanbel'in Müsned'i)

Âyet ve hadislerde görüldüğü üzere, eşitliğin yegâne güzel ve tabii şeklini İslâm getirmiştir. Ne diyor? Diyor ki, bütün insanlar aynı soya dayanmakta, aynı ana ve babadan gelmekte ve aynı yaratanın eseri olmaktadırlar; bir tarağın dişleri gibi birbirlerine eşittirler! Aralarındaki farklar, ancak ibadet ve takva yarışından, fazîlet ve hizmet yarışından ileri gelmektedir. Yoksa asıl ve nesil olma itibariyle aralarında hiçbir fark yoktur!

İslâm insanları tek bir kelime, tek bir merkez etrafında olmaya davet etmektedir. O da yalnız Allah'ı Rab kabul edip O'na kul olmaktır. O'ndan başkasına, kim olursa olsun, kul olmamaktır. En kötü şey bazı kişi veya kişileri ilâhlaştırıp, putlaştırıp, onlara kul olmaktır. İslâm, insanı kula kul olmaktan kurtarmış, onun haysiyet ve şerefini korumuştur. Laiklik ve demokrasi gibi beşerî sistemler ise insanı insana kul yapmaktan ve çoğunluğun azınlığa tahakkümünden başka bir şey değildir. Bir parmak fazlasıyla, bir oy çoğunluğu ile fikirler tercih edilir ve şahıslar işbaşına getirilir, ehiller ehliyetsizlerin emrine verilir, 49 profesörün değil, ilimden behresi olmayan 51 kişinin fikirleri kanunlaşır, kanun olur. Bu cehaletin ilme, çoğunluğun azınlığa tahakkümü değil de ya nedir? Bu mudur eşitlik? Bu mudur adalet? Bu mudur emaneti ehline verme?

Öte yandan İslâm içkinin, kumarın, fuhşun her çeşidini, yalanın, rüşvetin, ihtikârın her çeşidini, adam öldürmenin, bencilliğin, cimriliğin, dedikodu yapmanın her çeşidini yasak etmiştir. Hayır yolunda fakirlere, düşkünlere, yolda kalmışlara yardım etmede yardımlaşmayı emretmiş, komşusu aç olarak yatan bir Müslümanın kırk gün ibadeti kabul olunmaz demiş, "Bir milletin efendisi o millete hizmet edendir!" diye ilan etmiştir.

İşte bunlar ve daha nice benzerleri öyle prensipler, öyle hükümlerdir ki, insanoğlunun hayâlinden geçirdiği ve fakat arayıp bulamadığı ideal sistemlerdir. Şimdi nasıl olur da asrın insanının, yüce ideal olarak aradığı bu sistemler asra, asrın ihtiyaçlarına cevap veremez? Şayet, bu asrın bildiği, bu asrın insanının iftihar ettiği insanî, içtimaî, hukukî prensiplerin her birisini derinliğine araştıracak olurlarsa, onların en ideal ve en güzel şeklinin, İslâm Şeriatı’nda mevcut olduğunu görürler ve iyi niyet sahibi iseler, hemen hatalarından dönüp İslâm hukukuna sarılırlar, onun güzelliğine inanırlar, onu devlete tatbik ederler. Hem kendileri vebalden kurtulur, hem de idare ettikleri milletin yüzü güler!..

Netice itibariyle şunu gayet rahatlıkla söyleyebiliriz ki, İslâm hukukunun asra uymayacağı iddiası boş lâftan ve cehaletten başka bir şeye dayanmamaktadır. Aslında onların yana yakıla anlattıkları ve propagandasını yaptıkları sosyalizm, kapitalizm, laisizm ve daha nice izimler gibi sistemler asrın ihtiyacına cevap vermiyor, veremiyor ve veremeyecektir. İşte dünyanın hâli!.. Ne doğusunda ne de batısında huzur diye bir şey vardır, güven diye bir şey vardır. Süper dedikleri devletler bile tek başlarına kendi geleceklerini emniyete bağlamayı göze alamadıkları içindir ki, bloklara dâhil olmuşlardır. Günün dünyasında ne hürriyetten, ne adaletten ve ne de müsavâttan bahsetmek mümkündür. Zulüm, baskı ve sömürü alabildiğine dünyayı kasıp kavurmaktadır!

Bütün bunlar ortada durup dururken, yabancı kültürle yetişenler ve Müslüman milletlerin idare nizâmını ellerinde tutanlar, kendi yalanlarını ve sahte sistemlerini gerçekmiş gibi göstermek ve çürük ipliklerini pazara sürmek için, kendi sıfatlarını ve yetersizliklerini İslâm'a, İslâm nizâmına yamamak istemektedirler!..

Üçüncü bir iddia da, “Şeriatın bazı hükümleri muvakkatmiş!” iddiası.

Batıyı, körü körüne taklit eden yarı münevverlerden bazıları da şu iddiayı ileri sürmektedirler: "İslâm hukuku, haddizatında bu asra uyan bir nizâmdır. Ancak hükümlerinin bir kısmı değiştirilebilir!.." derler. Daha doğrusu, "İslâm'ın ceza hükümlerinin bir kısmı değiştirilebilir ve değiştirilmelidir!" diyerek recm ve kol kesme gibi cezaların kaldırılmasını ileri sürerler. Fakat iddialarını ispat için delil istediğiniz zaman kayda değer hiçbir delil göstermezler. Asılsız, astarsız şeyleri savunur dururlar!..

Herhalde bu efendiler, İslâmî sistemleri beşerî sistemlere benzetiyor, "Beşerî sistemlerde tebdil, tağyir, ilga olabileceği gibi, ilâhî sistemlerde de bunları yapmak mümkündür!" diyorlar ve beşerî sistemlerle ilâhî sistemler arasındaki farkı görmekten aciz olduklarını ortaya koymuş oluyorlar!..

 

Zamanın Değişmesiyle Hükümler Değişir mi?

Mecelle’nin 39. maddesi şöyle: "Zamanların değişmesiyle hükümlerin değişmesi inkâr edilemez!" Bazı kimseler, Mecelle’nin bu maddesini dillerine dolayarak, "Zaman değişti, aradan asırlar geçti, asırların geçmesiyle, zamanların değişmesiyle Şeriat’ın hükümleri de elbet değişecektir!.." derler.

Bizde mahallî bir tabir vardır: "Horasan'da halı dokunduğunu duymuş ama enini, boyunu öğrenmemiş!.." Bu beyler de Mecelle’de böyle bir maddenin olduğunu duymuşlar ama "Madde nedir, neyin nesidir, şümûl sahası neden ibarettir?" diye sormamışlar veya sormak hesaplarına gelmemiştir.

Bunlara önce şunu sormak lâzım: Şeriat’ın hükümleri, İslâm kanunları Allah'ın kanunlarıdır. Onlar zamanın geçmesiyle eskir mi? Zamanların değişmesiyle değişir mi? Allah kanunları cahil ve aciz kimselerin görüşleri ve kanunları değil ki, zamanın geçmesiyle hataları veya yetersizlikleri meydana çıksın da görüşleri değişsin!.. Bunlar Allah'ın ezelî ve ebedî ilmine dayanan hükümler ve kanunlardır!..

Şimdi Mecelle’nin 39. maddesine gelelim:

Evet, "Zamanın değişmesiyle ahkâmın değişmesi inkâr edilemez!" maddesi yok değildir, vardır. Ama hangi meselelerde vardır? İşte burasını iyi öğrenmek gerek. Bu hususu merhûm Ömer Nasûhi Bilmen Efendi'nin "Hukûk-i İslâmiyye ve İstılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu"ndan sadeleştirerek alalım:

"Yani, nass (âyet ve hadis) ile sabit olmayan ve genel kaidelerden bulunmayan bir kısım cüz'î hükümler, zamanın değişmesiyle değişebilir. Yoksa kat'î nasslarla, yani âyet ve hadislerle sabit olan meselelerde zaman tesir etmez.

Mesela vaktiyle salâh ehli çok olduğundan şahidlerin tezkiyelerine lüzum görülmezdi. Bilahare insanların iyi hâlleri değişmekle şahidlerin sırran veya alenen tezkiye edilmelerine gerek hâsıl olmuştur.

Kezâlik vaktiyle bir binanın odaları hep bir tarzda yapıldığından birini müşterinin görmesi kâfi geliyordu. Fakat sonradan bu tarz değiştiğinden müşterinin, odaların hepsini görmesi lâzım gelir!"

Buraya birkaç satır daha ilâve edelim:

İslâm hukuku bazı meselelerini, mahallin örf ve âdetlerine bırakmıştır. Örf ve âdetlerin değişmesiyle onlara dayanan hükümlerin de değişmesi pek tabii bir şeydir. Yoksa âyet ve hadis-i şerifler’le sabit olan veya bunların benzeri olup, kıyas yoluyla bunlara ilhak edilen hükümler değişmez. Mesela faizin haramlığı, mahremlerle evlenmenin haramlığı, kadınlarda tesettürün lüzumu gibi hükümler değişir mi? Hırsızın kolunun kesilmesi, katilin kısas edilmesi, iftira edenlere, içki içenlere seksener değnek vurulması değişir mi?..

Eğer bu beyler, İslâm hukukunun nasıl bir hukuk olduğunu bilselerdi, böyle herzeler savurmazlardı!.. Şunu her Müslüman kesin olarak bilecek ve inanacak ki, İslâm'ın hükümleri muvakkat olmayıp ebedîdir, kıyamete kadar yürürlüktedir!

Bu iddiayı ileri sürenler bilmiyorlar ki, eğer İslâm'ın hükümlerinin bir kısmı muvakkatse diğer kısımlarının da muvakkat olması lâzım gelir ki, artık bu, İslâm'ın ortadan kalkması demektir.

Dördüncü bir iddia da, "İslâm'ın bazı hükümlerini tatbik etmek imkânsızdır!" iddiasıdır.

Bu iddiayı yapanlar bir öncekilerin aksine, "İslâm'ın hükümleri muvakkat değildir, devamlıdır. Ancak bazı hükümler var ki, onların tatbiki mümkün değildir. Mesela el kesmek, recm yapmak gibi ceza hükümleri bugün nasıl tatbik edilir! Bu mümkün mü? Çünkü günümüzdeki İslâm memleketleri geri kalmışlardır. İçimizde bulunan yabancı azınlıklara da bu gibi cezalar tatbik edilirse, büyük devletler bize müdahale ederler!" diyorlar.

Demek oluyor ki, bu efendilerin korkusu varmış da onun için böyle bir iddiada bulunurlarmış!..

Böyle bir iddia İslâm esaslarına uygun olmadığı gibi, akıl ve mantıkla da bağdaştırmak mümkün değildir. Bakınız Kur'ân ne diyor?

"O hâlde siz, insanlardan korkmayın, benden korkun! Benim âyetlerimi az bir menfaat karşılığında satmayın! Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenler, işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir!" (Mâide Sûresi, 44)

Bir başka iddiaları: Bu beylerin beşinci bir iddiaları daha vardır ki, o da İslâm hukuku ve Şeriat kanunları İslâm müçtehidlerinin eserleri imiş! Evet, Avrupa kültürüyle yetişenlerin bir kısmı diyorlar ki: "İslâm hukuku Allah ve Peygamberi’nin koyduğu kanunlar değil, İslâm hukukçularının eseri ve onların görüşleridir!.." Bu iddia da fahiş bir hatadır. Aman ya Rabbi! Cehalet insana neler söyletiyor, ne gaflar yaptırıyor!..

Evet, İslâm müçtehidleri ve hukukçuları birer dâhidir. Bu hususu Batı’nın fikir adamları da kabul etmektedirler. Bu muhterem zevat, bir hukuk sistemi tedvin etmişlerdir; sağlam temeller atmışlar, değişmez prensipler tesis etmişler, umumî kaideler vazetmişlerdir ve bu suretle her meseleyi halletmişler, her problemi çözmüşler ve olmuş, olacak, olması muhtemel her hâdiseyi hükme bağlamışlardır!..

Ama bütün bunları yaparken, kendilerinden bir şey söylememişlerdir. Kur'ân ve Sünnet'e dayanmışlar, uzun ve yorucu mesafeler kat ederek kılı kırk yararcasına âyet ve hadisleri tetkik etmişler; bunların ibare ve işaretlerinden delâlet ve iktizalarından hükümler, prensipler ve kaideler istihraç ve istinbat etmişler. Değil ki yirminci asrın, kıyamete kadar gelecek asırların ilim adamlarını bile hayran bırakmışlar ve bırakacaklardır. Elhâsıl bu tebcil ve tebrike lâyık zevâtın yaptığı, Kur'ân ve Sünnet’te mevcut olan hüküm, kanun ve kaideleri çıkarmak, ilim erbâbının anlayacağı tarzda şerh ve izah etmektir.

Binaenaleyh İslâm hukuku, batıcı ve bâtıl kafalı yarım aydınların zannettikleri gibi, İslâm ulemâ ve fukahâsının fikir ve görüşleri değildir. Doğrudan doğruya Allah'ın kelâmına ve Peygamberi’nin beyanına dayanan nev’i şahsına münhasır bir hukuk nizâmıdır!

 

İdeal Hukuk

İdeal hukuk demek, akıl ve mantığa uyan, vicdanı tatmin eden, sağduyuya hitab ederek adaleti temin eden; fert ve cemiyet, devlet ve vatandaş arasındaki ilişkileri akl-ı selime uygun bir şekilde düzene koyan, aynı zamanda tabii ve pozitif ilimlerle asla çatışmayan, insan tabiatına tam uygun düşen ve nihayet aranan ve arzu edilen bir hukuk demektir. İşte böyle bir hukuk nizâmını, insanoğlu, ancak İslâm'da, İslâm hukukunda bulur. Yani ideal hukuk beşer hukukları gibi, çeşitli noksanlıklarla dolu olan ve sayısız ihtirasların zebunu bulunan ve muhtelif etki ve tepkilerin tesiri altında kalabilen insan kafasının mahsûlü değildir.

Ve çünkü İslâm hukuku her şeyi bilen, her şeyi yaratan, yarattıklarını başıboş bırakmayan, kâinatın her parçasını, zerresine kadar nizâm ve düzene koyan ve aynı zamanda insanoğlunun geleceğini, geçmişini ve hâlini en ince noktalarına kadar bilen Allah'ın ilmine ve vahyine dayanır, ezelî ve ebedî ilmine dayanır. Bizi bizden daha iyi bilen ve bize bizden daha yakın olan Yaratanımızın hikmetine istinad eder!..

Yerleri ve gökleri nasıl güzel bir şekilde yaratmış ise bitkileri, hayvanları nasıl güzel bir biçimde vücuda getirmiş ise bizlere iki el, iki ayak, iki göz, iki kulak, iki kaş, iki dudak vermişse vücudumuzu teşkil eden iç organlarımızı, dokularımızı ve hücrelerimizi akıllara hayret verecek şekilde ve bir işbirliği içinde düzene koyup ahenkleştirmiş ise ve nihayet, bunların eksiği, gediği olmayıp, en güzel ve en ideal şekilde ise, İslâm hukuku da öyledir; eksiği, gediği yoktur, tastamamdır. Eşyanın tabiatına, insanın ve insan topluluğunun, maddî-manevî yapısına tıpa tıp uygundur. Her yönüyle adalet terazisi dengededir! Siz kendiliğinizden terazinin bir kefesine bir şey koyarsanız veya diğer kefesinden bir şey kaldırırsanız, adalet terazisinin dengesi bozulur.

Çünkü: İslâm hukuku bir bütündür! Her meselesi kendi modeline göre ayarlanmıştır. Şayet siz, İslâm hukukunu iman sistemiyle, ibadet sistemiyle, muamelât (dünya ve devlet işleri...) sistemiyle, ceza hukuk sistemiyle alırsanız o şaşmaz fonksiyonunu yerine getirir; sizi huzur ve refaha götürür. Yoksa en ufak bölümünü ihmal ederseniz, parçaları modeline uymayan fabrika gibi tökezlemeye başlar, işlemez hâle gelir, siz de iflâs edersiniz. İslâm hukuku, dünyanın insaflı ilim adamlarının ve hukukçularının takdir ve tebciline mazhar olmuştur. Bunlardan birkaçına işaret edelim:

 

Sava Paşa:

Sava Paşa "İslâm Hukuku Nazariyâtı" adlı eserinin 34. sayfasında Peygamberimizin, "Ey nâs! Beni dinleyiniz ve sözlerimi zihinlerinize nakşediniz. Size her şeyi Allah'ın emriyle bildirmiş bulunuyorum. Size öyle bir kanun bırakıyorum ki, ona sımsıkı sarıldıkça asla dalâlete sapmayacaksınız!" (Buhârî) meâlindeki hadis-i şerifi kaydettikten sonra diyor ki:

"İslâmiyet'te hak olan tek bir şey vardır: O da dindir. Din insanın hâlıkıyla, devletiyle ve kendi nev'iyle mevcut münasebetlerin hukûk-i esasiyesini muhtevî umumî bir tabirdir. Bu ister itikatta, ister ibadette olsun ve isterse dünya işlerinde olsun!.."

 

Prof. Rogen:

İsviçreli meşhur hukukçu Prof. Rogen şöyle diyor:

"İslâm hukuku beni hayrete düşürdü. Meğer ki, bu bir derya imiş! Biraz genç iken bunlara muttali olmayı ne kadar isterdim. O vakit bunları bütün dünya nazarında tecessüm ettirirdim."[4]

 

Marmaduke Pickthall de şöyle diyor:

"Hâlık’ın hukuku ile mahlûkun hukukunu en mükemmel şekilde ancak Müslümanlık târif etmiştir."

 

Netice

Netice olarak deriz ki: İslâm dini insanlık için gelmiştir, insanlığa hükmetmek için gelmiştir, insanlığa önderlik etmek için gelmiştir, insanın insanca yaşaması için gelmiştir, insanı kula kul olmaktan, kulları putlaştırmaktan kurtarmak için gelmiştir; İslâm, insanların hem dünyası hem de ahiretini mesud etmek, onlara hem dünya işlerinde hem de ahiret işlerinde hükmetmek için gelmiştir!.. İslâm hem din, hem de devlettir! Hem kulluk, hem de kumandanlık sistemidir! Nasıl ibadetle ilgili emirler İslâm'ın bir parçası ise, devlet idaresi de İslâm'ın diğer bir parçasıdır, ayrılması mümkün değildir! Ayırırsanız din devletsiz, devlet de dinsiz olur! Bunu böyle bilmek, böyle olduğuna inanmak her Müslümana farzdır. Şeriat’a saygı duyması, kanunlarını devlete hâkim kılması imanının gereğidir. Hor görüp Şeriat’ın kanunlarını devlet yönetiminden kaldırması, Laiklik ve demokrasi gibi insan yapısı kanunları Allah yapısı kanunlara tercih etmesi, üstün görmesi, Müslümanı dininden de imanından da çıkarıp kâfir yapar!.. İslâm'da dinle devletin arası hiçbir zaman için ayrılmaz ve ayrılamaz; dünya da ahiret de dinin sahası içindedir; cami ile devlet dairesi arasında ayrılık yoktur; halife hem devlet başkanı hem de minberde hatip, mihrapta imamdır!..

 

 

İSLAM ANAYASASI - CEMALEDDİN BİN REŞİD  رحمة الله عليه

 


[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 5/151.

 

 

[2] Tirmizi, İlim 19; İbn Mâce, Zühd 17.

 

[3] Acluni, Keşfü'l Hafâ, I. 138, El- Beyhaki, Şuabu'l-İman, II. 254.

 

[4] Bedayi Tercümesi, Av. Seniyyüddin'in önsözü

 

 


RISALE

ZÄHLER

Heute 305
Insgesamt 4845161
Am meisten 42997
Durchschnitt 1790