KALP VE SALAHI - TASAVVUF

13-09-2017

KALP VE SALAHI - TASAVVUF

 

 

Bundan sonra meselenin ayrıntılarına girelim ve beden yapımızın temel taşı olan kalbe ve kalbin salâhına bakalım; Kalbin münker, afet ve belalarının neler olduğunu görmeden önce, kalbin maddî ve manevî yapımızdaki önemi nedir? İşte bu sorunun cevabını bulmaya ve bilme-ye çalışalım:

Bilelim ki kalbin salah ve ıslahı, herşeyden önce gelmektedir. Çünkü, kalp, kendisine itaat olunan bir hükümdar ve bir söz sahibidir. Diğer uzuvlar onun emrinde ve hizmetindedirler. İşte bu hikmete binaendir ki, Allah Resulü şöyle buyurdu:

,,Haberiniz olsun; Bedende öyle bir et parçası vardır ki, onun salâhı bedenin salâhıdır, onun fesadı bedenin fesadıdır. İşte o kalptir.“

 

Allah Resulü, bu mübarek sözünde kalbi bir devlet reisine, bedenin diğer uzuvlarını da o devletin sakinlerine benzetiyor. Bir memleket halkının salâhı, huzur ve sükünu, nasıl ki o devlet reisinin salâh ve is-lahına bağlı ise, tüm bedenin ve bedendeki tüm uzuvların salâhı, huzur ve sükünu da kalbın salâhına bağlıdır. Mişkat’ta şöyle bir kayıt var:

,,Allah, ihlaslı bir mü’minin kalbinde bir ev yarattı. Sonra onun kapısını kilitleyip anahtarını, ne Cebrail’e ne de Mikâil’e ve ne de başkasına vermedi, bizzat kendi elinde tuttu. Ve buyurdu ki: Bu benim hazinemdir, nazargâhım, marifet meskenimdir. Mesken de güzel, sakini de. Kul, her ne zeman onu günahlarla kirletip fesada verirse, Mevlâ’sı onu mağfiretiyle ıslah eder. Şeytan, her ne zam-an bedenini günahlarla kirletirse Rahman onu marifetiyle süsler.“

 

Bir başka hadisinde de şöyle buyurdu:

,,(Eliyle mübarek kalbine işaret ederek) Takva burdadır der ve bu sözü üç sefer tekrar eder.“

 

Bundan da anlaşılıyor ki, en mühim şey kalbin salâhı ve nefsin tezki-yesidir, ibadetlerin en büyüğü ve sevapların en Çoğu budur.

 

 

KALBIN SALAH VE İSLAHI

 

 

Kalbin salâh ve ıslahı, bilindiği üzere, onu kötü huylardan ve kötü fikirlerden uzaklaştırıp temiz huy ve güzel sıfatlarla onu süslemektir. Öyle ise önce huyları yani ahlakı gündeme getirip kaynağını, kötü ve iyi diye kısımlara ayrıldığını, kötüyü tedavi edip ıslah etme yollarını görelim:

Huy yani ahlak; insanda öyle bir seciye, öyle bir tabiattır ki, itikad, amel, söz, fiil ve hareketler gibi nefsanî fiiller ondan sudur eder, meydana gelir.

Kanın, vücuttaki devrü deveranını sağlaması hasebiyle ,,Pompa“ is-mini de vereceğimiz bu et parçasına ,,Kalp“ ismi verilmesinin sebebi, bir kararda kalmayıp, adeta tenceredeki su gibi galeyana kendisini kaptırıp çabuk evrilip çevrilmesi ve kolayca yön değiştirmesidir. Nitekim Allah Resulü şöyle buyurur:

,,Mü’minlerin kalbi, Rahman’ın parmaklarından iki parmağının arasındadır. İstediği gibi onu evirir çevirir.“

 

A. b. Hanbel’in kaydettiği hadis de mealen şöyle:

,,Ademoğlunun kalbi Cebbar (olan Allah’ın) parmaklarından iki parmağının arasındadır. İstediği gibi evirir çevirir.“

(c. 2, s.173)

 

Bir başka hadis:

,,Kalp; Evrilme ve çevrilme yönünden tencereden daha şiddetlidir.“

(A. b. Hanbel, c. 6, s. 4)

 

Allah’ın parmakları arasında oluşu, mâlum olduğu üzere, mecazîdir. Yani insanların kalpleri Allah’ın elinde ve iradesindedir. İstediği gibi evirir, çevirir. İsterse iyiye doğru, isterse kötüye doğru, isterse imana doğru, isterse küfre doğru. Bütün bir kâinata hakim olan Allah, elbette kulunun idare merkezi olan kalbine de gönül alemine de hakimdir. Kul, rahat etmek isterse, Rabb’ine sağlam bir tevekkülle bağlanmalı ve herşeyiyle ona teslim olmalıdır. Başka çıkar yolu yoktur. Ahlak denen nesne öyle bir melekedir ki, tebdil ve tağyiri mümkündür. Çünkü, şeriat tarafından teklif edilmektedir. Şeriat’ın teklif ettiği her-şey ıslâhı da ifsadı da kabul eder. Mesela: Cimri olan bir kimse zaman olur ki, cömert olur, kibirli olan bir kimse kendini düzelterek mütevazi hale gelebilir.

,,Ahlakınızı düzeltin, güzelleştirin ve ıslah edin!“

Peygamber sözü olduğu gibi, akıl sahiplerinin ve tecrübe ehlinin de ittifakı vardır. Keza:

 

,,Beni Rabb’im tedib etti (yetiştirdi) ve edebimi güzel yaptı!“

sözü de Allah Resulü’nün sözü olduğu gibi,

 

,,Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar. Fakat; sonra anne ve babası onu yahudileştirir, hristiyanlaştırır veya mecusileştirir.“ şeklinde ifadesini bulan da bir Hadis-i Nebevt’dir.

 

,,Onu günahlardan tertemiz yapan, muhakkak kurtulup umdu-ğuna ermiştir. Onun günahlarla örtüp gömen de elbette ziyana uğramıştır.“ (Sure 91:1O-11)

 

gibi ayetlerde

,,Allah rızıklarınızı taksim ettiği gibi, aranızda ahlaklarınızı da taksim etmiştir!“

 

mealindeki hadislere istinaden ahlakın yaratılıştan geldiğini söyleyen-ler de vardır. Bazıları da ahlakın cibillî (yani doğuştan geleni) ve mükteseb (yani sonradan kazanılanı) diye iki kısma ayırmışlardır. Bu üçüncü anlayışı nazar-i itibare alırsak aradaki ihtilafın lafızda yani görünüşte bir ihtilaf olduğu ortaya çıkmış olur. Diyebiliriz ki, bir kişinin ahlaki her ne kadar sert ve çetin bir vasfa sahip ise de düzeltil-mesi yine de mümkündür. Yani ihtilaf mevzuunda şöyle de denebilir: „İnsan, ilk fıtratında bir aşağı bir yukarı her iki tarafa istidadi yani kabiliyyeti varsa da insanlara karışmasiyle, onlarla ünsiyet ve ülfet etmesiyle taraflardan biri elbette ağır basar ve netice ona göre kendini gösterir.“

 

NUTKUN İFRATI

 

 

Ahlakın menşei mevzuunda şunu gördük ki, üç menşe vardır: Nutuk (hikmet), gazab ve şehvet. Ve yine şunu da görmekteyiz ki, bunlardan her biri itidal, ifrat ve tafriti olmak üzere üçer kısma ayrıhr. Nutkun itidali hikmet, ifratı cerbeze, tafriti ise beladettir.

Gazabın; İtidali şecaat, ifrat, tehevvür, tafriti ise korkaklıktır.

Şehvetin; itidali iffet, ifratı fücur, tafriti ise sönüklüktür.

Bu saydığımız dokuz kısımdan nutkun itidal kısmını gördük; o, hikmetten ibaretti. Şimdi diğerlerini bir bir görelim:

 

 

Cerbeze:

Nutkun, bir başka ifade ile; hikmetin ifratı cerbezedir. Cerbeze nedir? Cerbeze demek; aldatıcılık, hilebazlık ve fesada çalışmak demektir. Yani, cerbeze öyle bir idrâk melekesidir ki, sahibini, idrâki mümkün olmayan şeye çağırır. Mesela: Kur’an’da ve hadis’teki müteşabihat tafızlar gibi ki, bunları bilme yaAllah’a mahsustur ya da O’nun diledi-ği kimselere mahsustur. Yani Allah’tan ve Allah’ın dilediği kimseler-den başkası bunların manalarını bilemez, bilmesi mümkün değildir. Kaza, kader mevzuu da böyledir. Çünkü, kader meselesi de bir nev’i müteşabihattandır. Onu herkes bilemez ve idrâk edemez. Bunu da ger-çek manada ancak Allahü Teala bilir ve dilediği miktarı dilediği kul-larına bildirir. Gerek müteşabih ayetleri ve gerekse kader meselesini tevil ve tefsire kalkışmak, şu veya bu gibi manalara doğru çekmek hatalı olur, cerbezelik olur. Çünkü, bu meseleler birer sırdır; insanoğlu bu dünyada bunları gereği gibi idrâk edemez, bunların idrâki ahiret hayatına mahsustur. Usul-i Fıkıh âlimleri; müteşabih ayetleri şu şekil-de tarif etmişlerdir:

,,Müteşabih lafızların bu dünyada manalarını idrâk etme ümidi yoktur.“

Cerbezenin diğer bir tarifi:

Cerbeze öyle bir meleke ve öyle bir vasıftır ki, bu sebeple o kişiden başkaları zarar görür. Hile ve desise gibi. Veya başkaları zarar görme-se bile kendisinin uhrevî mükâfattan mahrum kalmasına sebebiyet verir.

Belâdet:

Nutkun, tafrit derecesi ise beladettir. Bu, zekânın zıddıdır. Yani hamakattır, ahmaklıktır (akılsızlık, sersemlik, budalalık) gibi manalara gelir. Ve bu öyle bir meleke ve öyle bir noksanlıktır ki, sahibi hayır ve şerri, kâr ve zararı, dost ve düşmanı birbirinden ayırt edemez ve netice itibariyle dünya ve ahirette zarar görür.

 

 

Gazab:

Ahlaka menşe olan nefs-i insanînin sahip olduğu kuvvetlerden biri de gazabtır.

 

 

Târif:

Gazab; insanda hayvanî bir meleke, bir harekettir ki, o anda veya ge-lecekte nefret ettiği şeyi defetmek için atılır. Bu da, hoşuna gitmeyen şeyleri gördüğü için veya eza ve işkenceye uğradığı için kalpde kanın galeyanını meydana getirir, heyecan duyar, kızar ve öfkelenir. Böyle bir noktadaki insanın durumuna; intikam alma imkânına sahip değilse üzülme, üzüntü duyma denebileceği gibi, intikam alma gücüne sahipse, o haline de gazab ismi verilir.

 

 

Şecaat:

Gazabın itidali, yani övüleni şecaattır. Şecaat insanda öyle bir meleke ve öyle bir vasıftır ki, ileri atılması uygun olan yerde ileri atılır. Kâfir-lerle savaşmak, zalimin elinden mazlumu kurtarmak, kendi nefsinin ve ehlinin mal ve canını, ırz ve namusunu koruma yolunda kâfirlere ve mütecavizlere karşı çıkmak, adaleti tesis ve hakkı ihkak yolunda gösterilen cesaret gibi. İşte böyle yerlerde varlık göstermek ağırlığını ortaya koymak şecaatın da cesaretin de ta kendisidir, medhe lâyıktır; takdir ve tebrik edilir.

 

 

Tehevvür:

Gazab vasfının ifratı tehevvürdür. Tehevvür öyle bir melekedir ki, kö-rü körüne atılmaktır. Müslümanların gerek sayı yönünden ve gerekse güç ve kuvvet hazırlığı yönünden zayıf durumda oldukları halde savaş meydanına atılması ve kâfirlerle harbe kalkışması gibi ki, bu hal şer’an caiz değildir. Ancak bunun övülecek bir şekli vardır ki, ona ,,fedailik“ denir. Ucunda ölüm olduğunu bile bile ileri atıtmasında iki faydadan biri var: Kâfirlerin kuvve-i maneviyyesini kırmak ve korkak müslümanlara cesaret vermek. Bu iki şarttan biri veya her ikisi mevcut olduğu takdirde ve yüzde yüz ölümü göze alarak ileri atılması, düşma-na saldırması caizdir, meşrudur ve şehid olur.

 

 

Cübün:

Gazabın bir de tafrit derecesi vardır ki, onun ismi de ,,Cübn“dür, yani korkaklıktır. Bu öyle bir melekedir ki, girişilmesi ve teşebbüs edilmesi gereken yerde çekinmesi, geri kalması, zaman ve fırsatı kaçırması, demektir. Korkaklık kötü bir vasıftır. Hele hele müslümanın korkağı beş para etmez. Kârdan çok zararı dokunur. Böyle korkakların ne dünyada ne de ahirette yeri yoktur.

 

 

Şehvet:

Nefsin kuvvetlerinden biri de şehvettir. İnsan ahlakının kaynaklandığı vasıflardan biri de budur. Bu vasfın da itidali, ifratı ve tafriti vardır.

 

 

Târifi:

Şehvet demek; yeme, içme, giyinme ve cinsî munasebetlerini tatmin etme gibi kendisine mülayim ve münasib olan şeyleri talep etmesi ve bunlara meyletmesi demektir. Bu talebin ve bu meylin de üç hali vardır: İtidal hali, ifrat ve tafrit hali.

 

 

İffet:

Şehvet duygusunun itidal hali iftettir. Ve bu öyle bir melekedir ki, insanoğlu bununla yaratılışı gereği ve şer-i şerif’e uygun bir şekilde iştah çekilen şeylere mübaşeret ve teşebbüs etmesi yoluna gider. Bunun bir ismi de ,,mürüvvet“tir. Mürüvvet ise kâmil bir insan olma, adam olma demektir. Mürüvvete şu mana da verilmektedir: Mürüvvet demek; kanaatın, züht ve takvanın, cömertliğin ve kalp zenginliği gibi faziletlerin esası demektir.

 

 

Şereh ve fücur:

İnsandaki şehevi arzuların bir de ifratı vardır. Ve bu öyle bir meleke-

dir ki, bununla insan, iştah çekilen her şeye meyleder. Onun için helal veya haram olması, şeriata uyup uymaması bahis mevzuu değildir. İnsandaki kötü olan bu vasfın diğer bir ismi de ,,fücur“dur. Bu insanda yaramaz bir halettir ki, yalan söylemekden ve günahlara dalmaktan asla çekinmez.

 

 

Humud (sönüklük):

Şehvetin tafrit derecesine gelince; bu da işe yaramaz. Ve bu öyle bir melekedir ki, onunla insan, iştahı çeken şeylerden çekinmesi, alınması gereken nesnelerden kısır kalması demektir. Bunun sebebi ise: Zayıflık, ihtiyarlık, hastalık veya korkaklık gibi şeylerdir.

 

 

Tafsilat:

İşte nefs-i natıkanın dokuz melekesi ve dokuz vasfı! Bunlar ahlak-ı hamîdenin ve ahlak-ı zemime’nin de menşeini teşkil ederler. Yani güzel ahlak da çirkin ahlak da kaynağını bunlardan alır. Bunların tarif ve açıklamalarında bir nevi kapalılık ve bulanıklık olduğu için ve önemine binaen bunları tekrar ele alıp üzerinde durmak ve gereken tafsilat ve açıklığı vermek yerinde olacaktır.

 

ORTA DERECELER

 

 

Nutuk, gazab ve şehvet olmak üzere ahlakın üç menşeini gördük. Aynı zamanda bunların her birinin itidal, ifrat ve tafrit kısımlarını da zikret-tik. Şimdi bu üç melekeden ifrat ve tafritin, yani bu iki aşırı ucun orta derecesi olan, bir yönüyle ,,itidal” ve bir yönüyle de ,,vasat” ismi veri-len ve aslında ,,İşlerin en hayırhsı vasat olanlarıdır!“ mealindeki hadisde ifadesini bulan ve dünyada da ahirette de sahibine övülme şerefini kazandıran bu üç melekeye ve kısımlarına enine ve boyuna ve örnekleriyle anlatmaya başlıyoruz:

Orta derecede üç meleke: Hikmet, iffet ve şecaat! Bu üç meleke; birin-cinin yani nutkun yani aklın, diğer ikisini yani gazab ve şehveti emri altına alıp, onlara galib gelerek, onları kendi istikametinde istimal ve istihdam etmesiyle hikmet, iffet ve şecaat hasıl olur. Cerbeze, beladet, tehevvür, cübn, fücur ve humud gibi altı vasıf da gazab ve şehvetin nutku, yani aklı emirlerine alıp hakim olmaları ve ona yön vermeleriy-le, daha açık ifade ile aklın dizginini ellerine geçirmeleriyle oluşurlar.

Bir başka ifade ile; nutuk, itidal derecesinde olmazsa veya bu vasfını korumazsa gazab ve şehvetin kahrine uğrar ve sürüklenir gider. Hü-küm ve tasarruf gazab ve şehvetin elinde olunca ne olur? Şerefli olan melekelerin vasat dereceleri gider de rezil olan aşırı dereceleri hasıl olur ve artık o adamdan her türlü ahlaksızlıklar beklenir, aşırı istek ve arzularının esiri olur. Dünyada rezil, ahirette sefil olur. Ahlakın bu altı aşırı dereceleri de fasit maksatların karıştığı vasat dereceler de rezalet-tir. Birinciye misal: Gösteriş, işittirme, çekememezlik. İkinciye misal ise: Ulema ile mücadele, beyinsizlere çalım satma maksadıyla ilim tahsil etmesi. İlim tahsili haddizatında bir fazilet ise de bu tahsile fasit bir garaz karıştığı için rezalet cinsinden sayılmaktadır.

 

 

Üç fazilet ve eserleri:

Hikmet faziletinin yedi,

şecaat faziletinin on bir,

iffet faziletinin ise on dört eseri vardır.

İşte bundan sonra görünüşteki bu eserleri teker teker ele alıp kaydedeceğiz:

Hikmet ve yedi şubesi:

1. Zihnin safası ve berraklığı:

Bu hal öyle bir istidad ki, mükaddimelerden neticeye varırken vicdanın da herhangi bir tereddüt bulunmaz.

 

2. Sağlam bir anlayış kabiliyyeti:

Bu hikmetin öyle bir vasfıdır ki, zihin sıhhatlıca melzumu tasavvurdan lazimi tasavvura intikal eder.

 

3. Zeka:

Zeka demek, kıyasin mukaddimelerinden neticeye zihnin suratte intikali demektir.

 

Bu, ikinciden, ikinci, birinciden daha hususidir. Çünkü birincisi akt-i heyulanînin mertebesine ait bir istidaddır, ikincisi akıl bil-melekenin intikal mertebesi, üçüncüsü ise, akıl bil-fiilin mertebesine yakın suratli intikaldir.

 

Akıl: Bu arada sırası gelmişken aklın târifini ve aklın mertebeletini görelim:

 

Aklın tarifi: Aklın tarifi yolunda o kadar çok sözler söylenmiş ki, biz burada sadece bir-iki söz söyliyeceğiz: Akıl; nefsin (ruhun) öyle bir kuvvetidir ki, insan o sayede mâlumat edinir, bilgiler elde eder, kemiyyetler ve keyfiyetler arasında ayırım yapar, bilinenlerden bilin-meyenleri çıkarır. Akıl; öyle bir alettir ki, insan yapacağı işlerde ona başvurur. Akıl; insanın bedeninde öyle bir nurdur ki, o nur sayesinde insan doğru yolu eğrisinden ayırt eder, tıpki kâinattaki güneş gibi.

 

Aklın mertebeleri: Aklın dört mertebesi vardır:

a) Akl-i heyelanî:

Çocukta bulunan akıl. Çocuğun yazı yazma kabiliyyeti bundandır ama, bifiil değil bil-kuvvedir. Yani koyunda bu kabiliyyet yoktur. Fakat çocukta vardır. Gerçi her ikisi de bilfiil yazı yazmaz ama onda yani çocukta yazı yazma bilkuvve vardır. İşte buna, böyle olan akla ,,Akli heyelanî“ denir.

b) Akil bil-meleke:

Çocuk artık zaruri bilgileri elde etmiş ve zaruri bilgileri kullanmak

suretiyle yani mukaddimeler tertip ederek neticeye varma gücüne sahip olmuştur. İşte bu mertebedeki akla ,,Akıl bil-meleke” ismi verilir.

c) Akıl bil-fıil:

İnsan o hale gelmiş ki, artık zarurî bilgilerin ötesinde nazarî bilgileri

de elde etmiş, o bilgileri de istediği zaman hatırtayıp onları tatbikat sahasına koyma kudretine sahip olmuştur. İşte bu mertebedeki akla ,,Akıl bil-fiil“ denir. Yazı yazma bilgisine sahip olan ve fakat henüz yazmıyan, ama her istediği anda yazabilen kişinin sahip olduğu akıldır ki, fiiliyata çok yakın olduğu için o isim verilmiştir.

e) Akl-i müstefad:

İnsandaki akıl denen kuvvet o hale gelmiş ki, nazarî ilimler artık onun nazarında hazırdır ve bifiil müşahade edebiliyor. İşte bu seviyeye gel-miş olan akla ,,Akl-i müstefad“ ismi verilir ki, bunun sebebi bu dere-cedeki akıl kuvvetinin Feyyaz-i Mutlak’tan istifade etmiş olmasıdır. (Mirat-i Usul, Molla Hüsrev, Ahkâm, Rükn-i Rabi)

 

4. Güzel tasavvur:

Eşyayı olduğu gibi, yani ne bir fazla ne de bir eksik olmaksızın daha başka bir ifade ile; ,,Efradını cami, ağyarını mani“ bir şekilde eşyanın hakikatından bahsetme, tarif ve tanıma demektir.

 

5. Sühuletle teallüm (Kolay öğrenme):

Bu öyle bir kuvvettir ki, insan bu sayede bilinmesi, idrâk edilmesi gereken şeyleri kolayca, zahmetsiz ve külfetsiz elde eder.

 

6. Hıfz:

Çalışmakla elde edilen bilgileri ve mâlumatı zabt etmekten ve hafızada muhafaza etmekten ibarettir.

 

7. Zikr:

Zabt edilmiş şeyleri kolayca hatırlamaktır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Şecaatın on bir tane sıfatı vardır:

1. Kibrünnefs (nefsin büyüklüğü):

But zenginliği, fakirliği, küçüklüğü ve büyüklüğü hakir görmesidir.

Yani bu dört vasıf onun gözünde  fark etmez, hangisi olursa olsun, onun için mühim değil.

 

2. Töhmetin (himmetin) büyüklüğü:

Bu, dünyanın mutluluğuna da mutsuzluğuna da aldırış etmemektir. Yanı, mutluluk onun dengesini bozmaz ve ümitsizliğe düşmez.

 

3. Sabır:

Sabır öyle bir kuvvettir ki, elem ve acılara, sıkıntı ve meşakkatlere tahammül ve mukavemet eder.

 

4. Necdet:

But, sabır ve sebat melekesine sahip olmanın yanında korkulur şeyler-den feryad etmemesidir.

 

5. Hilm:

Gazabın şiddetinin artması esnasında kalp huzuru ve sükünetidir. Başka bir tabirle: Hilm; şiddete tahammül, gazab ateşini söndürmek, nefsini heyecandan korumak demektir ki, yerinde gösterilmek suretiy-le büyük bir fazilettir. Mukabili hiddettir, tehevvürdür ki, bu da öfke-den, titizlikten, hoşa gitmeyen bir hadiseden dolayı gazab kuvvetinin parlamasından ibarettir.

 

6. Sükün (sakin olmak):

Bu husumetlerde, davalaşmalarda ve insanlarla olan muamelelerde teennidir, acele etmeyip ihtiyatlı davranmaktır. Diğer bir ifade ile: Teenni; bir işte acele etmeyip bir düşünce dairesinde hareket etmektir. Vakti gelip çatmış olan hayırlı bir işte teenniye yer yoktur. Fakat henüz vakti gelmemiş bir iş hakkında acele hareket etmek de mahru-miyete sebep olacağından doğru değildir.

 

7. Tevazu:

Fazilet sahiplerini mertebelerine göre büyüklemektir. Başka tabirle; kendisini müstehak olduğu mertebenin aşağısında görerek o vechiyle muamelede bulunmaktır. Mukabili tekebbürdür, tecebbürdür, gururdur ve nihayet kendisini bulunduğu mertebenin üstünde görmek, göster-meye çalışmaktır ki, bu çok kötü hasletlerdendir. Hatta bir hadiste: ,,Allah Teala; muktasid olanı zengin, israf edeni fakir, tevazu göstereni yükseltir, kibirleneni de düşürür!“ diye buyrulmaktadır.

 

8. Şehamet:

Büyük işlere teşebbüs etmektir ve bu hususta haris olmaktır. Yani, büyük işleri yapmaya gayret göstermektir.

 

9. İhtimal (yüklenme):

Bu; hasenatta ve iyi işlerde nefsi yormak ve meşakkatlara sokmaktır.

 

10. Hamiyyet:

Mukaddes şeyleri, milletin haklarını korumada ve namus ve haysiyeti korumada hassasiyet ve gayret göstermektir, bu güzeldir. Fakat batıl fikirleri ve adetleri korumak yolunda gösterilen gayret ve hassasiyete hamiyyet-i cahiliyye denir ki, kötü bir davranıştır.

 

11. Rıkkat (merhamet):

Bu başkalarının başına gelen eziyetlerden üzülmek ve eziyyet duymak.

 

 

İffetin de onbir hasleti vardır:

1. Haya:

Şer’an, çirkin olan şeyleri irtikab etmekten nefsi menetmektir. Başka tabirle; Utanma, hicab, ar, namus manalarına gelen çirkin şeylerden nefsin darlanması, edebe muhalif bir hadisenin zuhurundan dolayı kal-bin bir ızdırap içinde kalması demektir ki, izleri hemen yüzde başlar ve kızarır. Bu pek güzel bir şeydir. Bunun tersi hayasızlıktır ki, insanı hayvanların derekesine düşürür ve insanların yanında itibarı sıfıra düşer.

 

2. Sabır:

Nefsi heva ve hevese kapılmaktan menetmektir. Keza acıya katlan-mak, tab’a münasip düşmeyen hallere telaş göstermeksizin mukave-met etmektir. Bunun mukabili cezadır, sabırsızlıktır. Dünya hayatı inişli ve çıkışlı bir hayattır; bir gün insanoğlunun yüzüne gülerse bir başka gün onu ağlatır. Bütün bu inişli ve dalgalı hayatın ortasında dengeli bir hayat yaşayabilmek için insanoğlu sabır silâhını kullanır ve kullanmalıdır. Yoksa huzur yüzü görmez... Kur’an’da birçok ayetlerin sonları ,,Allah sabredenlerle beraberdir“ mealindeki cümlelerle bit-mesi sabrın önemine birer işaret olduğu gibi, Allah Resulü’nün; ,,İlâhi ben acizlikten ve tenbellikten sana sığınırım!“ şeklindeki duası da bunun bir ifadesidir.

 

3. Deat:

Şehvetin heyecan ve galeyanı halinde süküneti muhafaza etmektir.

 

4. Nezahet:

Bu alçalmaksızın ve zulmetmeksizin mal kazanmak ve onu güzel yerlere sarfetmektir. Alçatma ile beraber olursa tafrit, zulümle beraber olursa ifrattır.

 

5. Kanaat:

Bu kifaye miktarı üzerine iktisardır; israfa ve cimriliğe kaçmadan bir yol tutmaktır. Gelir ve gideri denkleştirmektir.

 

6. Vekar:

Bu yavaşlık, mülayemet, nezaketle muamele, neticesi güzel olan birşeye güzelce inkıyad manasınadır. Mukabili de unuftur, huşünettir, sertliktir, gılzattır, kabalıktır ki, kötü şeylerdir.

 

7. Hüsnüssemt:

Bu nefsi ikmal eden, kemale erdiren şeyleri sevmektir.

 

8. Vera:

Bu iyi amellere devam etmek, yani şeriat’a, mürüvvete uygun olan, güzel olan amellere devam etmektir.

 

9. İntizam:

Bu işleri maslahata uygun bir şekil de tanzim ve tertip etmek ve sıralamaktır.

 

10. Sehâ (cömertlik):

Bu layık olanı layık olana vermektir.

Bu vasfın altında altı fazilet vardır. Aşağıda bunları göreceğiz:

 

 

Cömertliğin altındaki altı fazilet:

1. Kerem: Kolaylıkla ve cani gönülden bahşetmektir.

2. İsar: Yani başkasının ihtiyacını kendi ihtiyacına tercih etmektir.

3. Neyi: Bir şeyi sevinerek vermektir.

4. Müvasat: Dostların, hayır babında faydalanmada birbirlerine ortak olmalarıdır.

5. Semahet: Üzerine vacib olmaksızın ve bir karşılık beklemeksizin bir lütuf olsun diye sarf etmektir.

6. Müsamaha: Tenezzüh için terki vacib olmayan şeyi terk etmektir.

Bazıları bu altı fazilete mürüvveti de ilave ettiler.

Müruvvet: Fayda vermeden nefis için sadık bir arzu, alakaderil imkan, güç yetmesiyle beraber cezalandırma yoluna gitmeyip affetmek.

 

 

 

Adalet ve şubeleri:

Adalet, hikmet, şecaat ve iffetin toplamından meydana gelen vasat (orta) bir keyfiyyet ve Allah’ın insanlara verdiği bir haslettir.

Adalet: Adaleti on dört maddede inceliyeceğiz:

1. Sadakat: Bu sadık bir muhabbettir ki, ona şahsi bir garaz karışmaz. Bunun yanında da hayır işlerinde başkalarını kendine tercih etmektir.

2. Ülfet: Bu, fertlerin geçimde ve diğer işlerde birbirlerine yardım etmekte ittifak sağlamaktır.

3. Vefa: Müvasat yoluna devam etmek ve yapılan ahit ve anlaşmalara riayet etmektir.

4. Teveddüt (dostluk, sevgi): Emsallerin dostluğunu gerektiren şeylerle dostluk talep etmektir.

5. Mükâfat: İyiliğe karşı iyilikle mukabele etmek. Yani yapılan bir iyiliğe karşılık fazlasiyle veya hiç olmazsa misliyle mukabelede bulunmaktır.

6. Hüsnü şirket: Muamele ve münasebetlerde adalete riayet etmektir.

7. Hüsnülkaza: Bu ayıplamayı ve yapılan iyiliklerde başa kakmayı terketmektir.

8. Sıla-i rahim: Akrabaların hayır yolunda ve yönünde ortak hareket etmeleri demektir.

9. Şefkat: Hoş olmayan şeyleri insanlardan giderme babında azami

gayret sarfetmektir.

10. İnsanlar arasındaki düşmanlıklarda, aralarını düzeltmek üzere tavassut etmek, aralarına girmektir.

11. Tevekkül: Beşer kudretinin yetmediği şeylerde koşmayı terkedip, Allah’a tevekkül etmektir, O’na havale etmektir.

12. Rıza ve teslim: Başa gelen musibetlere ve elden giden fırsat ve nimetlere karşı şikâyetlenmeyi terkedip rıza göstermek ve Allah’ın emir ve iradesine teslim olmaktır.

13. Teslim: Allah’ın emirlerine ve yasaklarına inkiyad ve itaat etme ve tab’a uygun olmayan yerlerde de itirazı terketmektir.

14. İbadet: Allahu Teala’ya ve onun emirlerine sarılmakla, O’na tazim etmek ve O’nu büyüklemektir.

Ahlak babında mezmum olan ifrat ve tefriti, yani aşırı iki ucu gördünüz ve bu arada memduh olan, övülmeye layık olan ve hususiyle tasavvuf ehlinin üzerinde hassasiyetle durması ve kendini süslemesi lazım gelen ,,Hikmet, şecaat ve iffet“ten ibaret vasat, yani ifrat ve tef-ritin ortasında yer alan övülmeye değer üç çeşidi de gördünüz. Bütün bunları bir kelime ile ifade edecek olursak: İnsan ahlakı dokuz çeşit olup bunlardan üçü memduh, diğer altısı ise mezmumdur. Başka bir ifade ile: Üçü ,,Ahlak-ı hamide“ ismini alırken, altısı da ,,Ahlak-ı zemime“ adını taşır.

 

 

Kötü ahlakın güzel ahlaka tahvili:

Ahlakın güzelleşmesi ve yerine göre tedavi edilmesi: Şimdilik bu hususu kısaca görelim, ileride teferruat ve tafsilatına geçeriz.

1. Herşeyden önce kötü ahlakın menşei olan kalp hastalıklarını bilelim de sonra tedavisinin nasıl olacağını belliyelim ve tatbik edelim: Kalp-teki hastalıkların hakikatları; Kibir ve cimrilik gibi, ki bunlar birbirle-rinden ayırt edilmeleri, onların zararları, sebepleri, zıtları, zıtlarının faydaları, yani o zıtların üzerlerine terettüb eden faydalar ve sair ilgili şeyleri tamamiyle bilmektir.

 

2. Sonra teftiş ve tahkik ile tefekkür ve teemmül ile veya basireti açık bir mü’min, bir alim, bir şeyh veya mürşit ile hastalıkların tesbit ve teşhisini yapmak ve yine onların tavsiye ve delaletleriyle tedavi yolu-na gitmek…

Zira sadakat ve dostluk davasinda da çok dikkatli olmak gerekir. Çün-

kü, davasında ihlas ve samimi olmayan kimseden hayır gelmez. Onun sadakat ve dostluğu maddeden ve mideden geçer ki, bu bitti mi artık herşey biter. Böylelerini bulmak da cidden çok zordur.

Nitekim Şafii Hazretleri bu hakikatı şöyle terennüm etmiştir:

,,Sadıkın sat’ı ve kimyanın kâf’i beraber bulunmazlar.“

,,O halde nefsinden bunları ummayı terket!..“

 

Bu hususu Hz. Ömer (r.a.) de şöyle ifade etmiştir:

,,Bana ayıbımı gösteren kişiye Allah rahmet etsin!..

Bundan dolayı müslümanlar arasında kardeşlik teessüs etti, sünnet oldu. ,,Mü’min, mü’minin aynasidir”; ,,Kişi her ayıp ve kusurunu bilemeye ve göremeyebilir. sözleri de yine bu hususta söylenmiş güzel sözlerdir. Sadık dost da şöyle tarif edilebilir: ,,Kişinin sana karşı zahiren de batinen de sadık ve samimi olmasıdır. Keza; İkbal devrinde olduğu gibi idbar devrinde de yani normal zamanlarında da senin yan-ında yer almalı ve yardımcı olmalıdır. Bu husus şöyle de ifade edilir:

,,Ey günümün ey dostu! Yaman günüm geldi gel!“

 

İhya’ul-Ulum’da da şu satırlar kayıtlıdır:

,,Bir adam İbrahim Edhem’e sormuş: Bana ayıplarımı göster ve beni ikaz et! O da demiş ki: Sana dost gözüyle baktım ve sende gördüğüm şeyleri güzel gördüm. O halde ayıp ve kusurlarını benim dışımdaki kişilerden sor...“

 

İsa Aleyhisselam’a soruldu:

,,Seni kim terbiye etti?“ O da ,,Beni kimse terbiye etmedi. Ancak ben cahillerin cahilâne hareketlerini görür ve onların yaptıklarından sakınırım!“ der.

 

Bir rivayette de şöyle:

Başkalarının fiil ve hareketlerinden güzel gördüklerime dahil oldum, kötü gördüklerimden de kaçındım, demiştir.

 

Lokman Aleyhisselam’a sormuşlar:

,,Edebi kimden öğrendin?“ O da ,,Ben edebi edebsizlerden öğrendim.“ diye cevap vermiştir.

 

3. Sonra üçüncü olarak, ahlak-ı mezmumelerin kötü sebeplerini ayırt

etmektir. Zira sebepler ayırt edilmeden onların izalesinin yolu

bilinmez. Güçlük ve sıkıntıları yüklenmekle kötü ahlaka mukabil güzel ahlak kazanılabilir.

 

4. Sonra bunların arkasından nefs-i emmareyi bu kötü huylardan menetmek gelir. Bu mevzuda nefse yumuşak davranmamak, kıtlık ve şiddet göstermek gelir. Bu ise gizli ve aşikâre olarak azarlamak ve ayıplamak suretiyle ayrıca kınamakla da olur. Esasen ,,Nefs-i levvame“ tabirinin manası da budur; nefsin kendi kendini kınaması ve kendi kendine yetinip kendini düzeltmeye çalışması... Hususiyle yüksek himmetlere sahip kimselerde nefisler bununla elem duysun!..

 

5. Kalp hastalıklarının ilaçlarından biri de kötü huyların biraz olsun zıdlarını nefse irtikâb ettirmektir. Mesela aşırı derecede cimri olan bir kimse bu hastalığı tedavi yolunda ne yapmalı? Sehavet sıfatına nefsi çekebilmek için onu belli bir müddet israfa zorlamalı, korkak bir nefsi cesaret çizgisine çekebilmek için onu az da olsa nefsi korkulur şeylere atmalı, kibir hastalığından nefsi kurtarmak için onu belli bir müddet temelluka (dalkavukluğa) alıştırmalı ve bu suretle onu tevazua alıştır-malı. Bu neye benzer? Zarurete binaen hastalığı necis bir şeyle tedavi etmeye benzer. Tabii ki, bu noktalarda da şuna dikkat etmek gerekir: ,,Zaruretler, giderilme miktariyle ölçülür” kaidesince o miktarı muha-faza etmeli ve zıt tarafına geçip onu alışkanlık haline getirmemeli. Mesela: Cimrilik hastalığından kaçarken, bu sefer de israf hastalığına yakalanmamalı. Bu neye benzer? Yağmurdan kaçarken doluya tutul-maya benzer. O halde herhangi bir hastalığa yakalanmış biri, o hasta-lığın zıddiyle tedavi yoluna giderken, o zıddı itiyad haline getirmemeli ve neticede orta noktada tutmalıdır. Yani ehveni şer kaidesini uygulamalıdır.

 

6. Ağır riyazet: Nefs-i emmareyi bu tedavi usulleriyle kötü huylardan tedavi etmezse, o zaman riyazet tedavisine başvurur, hem de ağır ve meşakketli riyazetlere. Mesela: Cimrilik veya tenbellik hastalıklarını tedavi için malla ilgili nezirler yapar, bedenle ilgili ibadetleri nezreder ve der ki, nezrim olsun: Fakir fukaraya şu kadar para vereceğim; nez-rim olsun: şu kadar rek’at namaz kılacağım... gibi. Veya daha da ileri giderek bunları yapacağına dair ahitler verir, yeminler yapar. Ve der ki: Ahdim olsun veya yemin ediyorum: Gecenin çoğunu kalkıp namaz kılacağım veya ayın çoğunu oruç tutacağım!.. Böyle yapacak ki, cimri olan nefsini normal çizgiye getirsin de İslam’ın ondan istediği cömertlik vasfına sahip olsun veya gecenin hiç olmazsa bir cüzünde kalkıp birkaç rekat namaz kılmaya razı gelsin!..

İmam-ı Kuşeyri risalesinde Bestamî’den naklen şunu anlatıyor:

,,Allah yolunda ne gibi zorluklarla karşılaştın? O da dedi ki, vasfi mümkün olmayan zorluklardır. Bu sefer ona dendi ki, nefsin sende karşılaştığı şeylerin en ehveni nedir? O da dedi ki, evet buna cevap verebilirim: Nefsimi taatlardan bir şeye davet ettim. Bana cevap vermedi. Onu bir sene sudan menettim. Bu neye benzer? Hastalıkların kendisini helâk edeceğinden korkması esnasında ölümden kurtarmak gayesiyle ateşle dağlama şeklindeki tedaviye bile rıza gösterir. Yeter ki, o ağır hastalıktan kurtulayım, diye.“

Ve netice: Husususiyle sofi kardeşimiz, şayet kötü huylara mübtela olmuş ise, nefs-i emmareyi bu manevi hastalıklardan kurtarması için yukarıda beyan edilen kademeli altı tedavi usulüne başvurmalıdır. Ne yapıp yapıp nefsini, ağır da olsa bu tedavi usullerinden biriyle veya birkaçiyle tedavi ve ıslah yoluna gitmelidir. Yoksa, Allah korusun, o hastalıklar büyür büyür, müzminleşir ve o hale gelir ki, artık tedavisi de mümkün olmaz o kötü huylarla ölür gider!..

 

 

Kötü huyları izale:

Kötü huyları izale etmenin yollarından biri de o babda irad edilen hadis-i şerif’leri önce icmalen, saniyen tafsilen duymak, işitmek ve gereğiyle amel etmektir. İcmalen:

Allah Resulü (s.a.v.) şöyle buyurdu:

,,Allah indinde en büyük günah kötü ahlaktır. Bunun sebebi, onun sahibi tevbe ile bir günahtan çıkmaz ki diğer bir günaha düşmesin.“

(Bu hadisi İtsfahanî Meymun b. Mihran’dan ihrac etti)

 

Camiussağır’de kaydedilen ve Hz.Aişe’den rivayet edilen bir hadis de bu manaya yakın bir mana taşımaktadır:

,,Her günahın Allah indinde tevbesi vardır da kötü huyundan tevbe etmez, illa ki daha şerlisi ona döner.“

 

Her halde buradaki kötü huylardan maksat ,,Gazab“ olsa gerektir.

Çünkü güzel ahlak öfgelenmemekten ibarettir, denir ki, o bunun mukabilidir. Yani; kötü ahlak gazab (öfkelenmek) ise, güzel ahlak da gazab ve öfkesini yutmaktır, yenmektir.

NOT: Münavi dedi ki: ,,Ebedi olarak tevbe üzerine sabit olmaz; yani tevbe-i nasuh yapamaz. Tevbe etse de diğerini işler.“

 

 

Şum:

,,Şum” meymenetli ve bereketli olmanın zıddıdır. Şöyle tarif ediyor-lar: ,,Şum; insanın hoş görmediği ve akibetinin kötü olacağından kor-ktuğu bir şeydir, bir kuruntudur.“

Allah Resulü şöyle anlatır:

,,Şum, kötü ahlaktır.“ Çünkü, hayır getirmez; getireceği şerdir. Raviyi hadis Hz. Aişe. (Taberanî filevsat)

 

Bir başka hadis:

,,Güzel ahlak, suyun buzu erittiği gibi, günahları eritir.“

(Raviyi hadis İbn-i Abbas (r.a.) ve Beyhakî)

 

Güzel ahlakın günahları eritmesindeki hikmet, Allahu Teala şöyle buyurur:

,,İyilikler kötülükleri giderir.“

(Sure 11:114)

 

Hadisin devamında şu var:

,,Kötü ahlak ise, sirkenin bali ifsateftiği gibi, iyi amelleri fesada verir.“

 

Şimdi de bir nebze icmali olarak iyi ahlaktan bahsedelim:

Evsat yani hikmet, iffet ve şecaat gibi, orta halli faziletler ve kemalet-lerdir. O halde, her iyi ahlak, onlardan orta halli olanlardır. Çalışarak veya tabi olmak suretiyle insan, güzel ahlaki elde edebilir. Salihlerden bu güzel ahlaka sahip olanlara tabi olmakla bu güzel ahlakı muhafaza edebilir. Çünkü, arkadaş arkadaşına iktida eder, ona uyar. Komşuluk da güzel ahlakın veya kötü ahlakın sirayet etmesine sebep olur. Derler ki, üzüm üzüme baka baka kararır. Şöyle de denir: ,,Şerir insanla haşir ve neşir olanlar şerir olur.“ Keza; şu şiirler de bu babdaki gerçekleri dile getirmektedir.

,,Kişiyi kendinden sorma, arkadaşından sor; Her arkadaş, arkadaşi

olduğu kimseye tabi olur. Şerli olduğu zaman ondan suratle uzak dur. Eğer hayırlı olur ise, ona yaklaş ki hidayeti bulasın!“

 

Nitekim şöyle de denilmektedir:

,,Tembel insanlara hareketlerinde arkadaşlık etme! Çok salihler vardır ki, başkasının fesadiyle bozulur.“

 

,,Ahmakın fesadı zekiye çabuk varır. Tıpki küle konan bir köz gibidir ki, söner.“

 

Bir hadiste de şöyle buyurulur:

,,Kişi dostunun dini üzeredir. O halde sizden birisi kimlerle dost-luk kurduğuna bir baksın!“

 

Bu övülmüş ahlakı elde etmiş olan kimse, iştahının çektiği ve iştahının istediği şekilde kendisini lehviyyat ve oyuna, yersiz şakaya ve batıl olan mizaha düşmekten veya eziyet veren şakaya düşmekten sakınsın! Bazı zamanlarda sahih bir niyyetle eziyyet vermiyorsa hak şaka caiz-dir. Kul ilmî ve amelî vazifelerle ve nafile ibadetlerle, salihlerin ziya-retiyle meşgul olmak gibi amellerle nefsini riyazete soksun! Allah’ın büyüklüğünü hatırlasın, ansın, zikretsin. Çünkü o, Allah Teala’nın yarattığı kimselerin birçoğundan daha faziletli olmuştur. Ve bu fazilet-liliğin devamını zikredin!..

,,Dünyanın Allah katında hakir olduğunu, o şekildeki bir sineğin kanadına bile denk olmadığını unutmasın!..“

 

Lokman Aleyhisselam, oğluna nasihat ettiği zaman demişti ki:

,,Dünya derin bir denizdir. Çok insanlar bu denizde boğuldu. O halde senin gemin onda Allahu Azimuşşan’ın tavsiye ettiği takvası olsun!.. Ve onun yelkenleri Allahü Teala’ya iman olsun!..“

 

Allah Resulü (s.a.v.) buyurur ki:

,,Dünyada bir garib veya bir yolcu imişsin gibi ol ve kendini kabirlerin ashabından say!“

Dünyanın zevalini, güçlüğünü hatırla ve unutma!..

 

 

Allah Resulü’nün ahlakı:

Allah Resulü (s.a.v.), tasavvuf babında da bizim için yegane örnektir. Ona bakacağız, onu takib edeceğiz ve onu örnek alacağız. Zira; müteaddid defalar söylediğimiz ve yazdığımız gibi ,,Kaynak Kur’an, örnek Peygamber“dir. Bu düstur bizim için her sahada esastır, kaynaktır. Talimatı Kur’an’dan, tatbikatı Peygamber’den alacağız, almışızdır ve bugüne kadar gelmişizdir. Bundan böyle de almaya devam edeceğiz. işte bu noktadan hareketle:

Tasavvuf ve ahlak sahasında da elimizde Kur’an, önümüzde Allah Resulü (s.a.v.)’dir.

 

Allah Resulü’nün ahlaki:

Bir kere Peygamberimiz (s.a.v.) güzel ahlakı tamamlamak için gön-derilmiştir. Tavsiyeleri: Güzel ahlak hakkında ortaya konmuş olan şeyleri topluca öğrenmek, işitmek ve dinlemekle bunu yap! Geniş izahını dinlemekle de iyi ahlakı hıfzet ve koru!..

Ahlak babında ikinci olanı, yani tafsili olanı inşaallah ileride görece-ğiz. Şimdi birinciden, yani güzel ahlaka dair icmalî haber ve emirler cümlesinden olarak:

a) Allah (c.c.) Resulü Ekrem’i hakkında şöyle buyurur:

,,Şüphesiz Habibim sen, muhakkak çok büyük bir ahlak üzeresin! (Sure 68:9)

Halimî der ki: Bu ayette ahlak büyüklükle vasıflandı. Yani büyük bir ahlak üzeresin, buyruldu. Halbuki, mutlak ahlakta ahlakın vasfı keremdir. ,,Kerim” denmedi de ,,Azim” dendi. Sebep ise, kereme has olması, hatıra gelmemesi; tolerans, hoşgörü gibi.Tersine Allah Resulü; mü’minlere karşı son derece rifkatli, merhametli, kâfirlere karşı çok şiddetli idi. Düşmanlara karşı çıkmasında heybetli idi. Bir aylık yol-dan düşmanları titreterek yardıma mazhar olmuş ve muzaffer kılınmış idi.

 

Cüneyd de şöyle diyor: Onun ahlakı büyük bir ahlak idi. Çünkü, Onun için Allah Teala’nın himmetinin dışında bir himmet yoktu. Keza; O öyle bir Peygamber idi ki, onun zahiri halk ile, bâtını ise hak ile idi. Yani dış görünüşü ile halkla meşgul olurken, insanlarla haşir ve neşir olurken, iç âlemiyle de Hak ile, Rabb’isi ile beraber olur, O’nun tecel-lisine mazhar bulunurdu.

Peygamber ahlakı hakkındaki haberlerden biri de Taberanî’nin

Kebiri’nde zikredilen bir hadis:

,,Kul güzel ahlakıyle ahiretin büyük derecelerine ve şerefli maka-mlarına ulaşır. Halbuki ibadet yönünden zayıftır. Ve kul kötü ahlakıyle de cehennemin en alçak derekesine yuvarlanır gider.

Diğer bir hadiste ise:

,,Dikkat ediniz! Size ibadetin en kolayını ve bedence en ehvenini haber vereyim mi? O, süküt etmek ve güzel ahlaktır.“

Maverdi’nin kaydettiği ifade mühim: Bu hadis-i şerif her halükârda adaletli olan hal ve hareketi içine almaktadır. Kul kötü ahlakıyla cehennemin en alt derecesine düşer. İbadet çok olsa da. Çünkü onun gösterişi, onun işittirmesi ve onun kendini beğenmesi ibadetini yıkar, kendisini mahveder ve hatta küfre götürür.

 

Bu babda bir de Fudeyli’yi dinleyelim:

,,Allah Resulü’ne soruldu: Fülan kadın gündüzleri oruçla, geceleri kıyamla (ibadetle) geçirir, Fakat buna mukabil ahlakı kötüdür; komşularına diliyle eziyyet verir.“ Allah Resulü cevap verdi: ,,Onda hayır yoktur; o kadın cehennemliktir.“

 

Ve bilcümle her güzel ahlak insanı bir iyilikten diğer bir iyiliğe ulaştı-rır; her kötü ahlak ise, o da bir kötülükten diğer bir kötülüğe götürür. Hem öyle götürür ki, iyilik de kötülük de kat kat olur.

 

İmam-ı Ahmed ve Beyhakî’nin Ebu Hureyre’den rivayet ettiği hadisi şerif mealen şöyle:

,,Ben mekarim-i ahlakı tamamlamak üzere gönderildim.

Yani Allah tarafından övülmeye layık güzel ahlakı tamamlamaya geldim, demektir.

 

Bu hadisin altında yatan manalardan biri:

Güzel ahlak, asıl ve prensip olarak diğer peygamberlerde de vardı. Fa-kat güzel ahlakı tamamlamak ise Hz. Muhammed’e mahsustu. Onun içindir ki, Hz. Muhammed’den sonra artık peygamber gelmiyecektir. Çünkü herşey tamamdır. İkincisi ise; O, yani Allah Resulü, bütün insanlarda sabit olan güzel huyların hepsini zatında cemeden bir şahsiyettir. Mesela: Arab’ın keremi Kureyş’in şecaat ve cesareti, Yemen’in rikkat ve nezaketi ve diğer insanlardaki ve milletlerdeki ne kadar güzel ahlak varsa hepsi onda toplanmıştı. Çünkü, onun ahlakı, kuru-yaş her şeyi bünyesinde toplayan Kur’an ahlakı idi.

Ve esasen:

,,Benden sonra artık Peygamber yoktur!“

şeklindeki Peygamberî sözün altında yatan sır da bu idi.

 

Rabb’imizden dua ve niyazımız odur ki, bizi onun ahlakiyle ahlaklandırsın! (Amin!) Bi hürmeti Rabb’il Âlemin!.

 

 

Güzel ahlak:

İslam, bir yönüyle güzel ahlak demektir. Tasavvuf ise, güzel ahlakın ilerlemiş, kemâle ermiş, melekleşmiş bir mertebesidir. Allah Resulü (s.a.v.) şöyle buyurur:

,,Güzel ahlak sahibi, dünya ve ahiretin hayrını elde etmiştir.“

Çünkü, güzel ahlak sahibinin elinden de dilinden de ilahî haklar ve kul hakları emin olur ve selamet bulur. Bundan dolayıdır ki, iki kocaya varmış olan kadın, ahirette en güzel ahlaklı hangisi ise onunla beraber olacak, onunla yaşıyacaktır. Bir başka hadis:

,,AlIah, hiçbir adamın; yaratılışını ve ahlakını güzel etmemiştir ki, cehennem ona tama’ etsin!“

(Ebu Hüreyre’den, Taberani Evsat’ında)

 

Evet; Rabb’ulâlemin güzel ahlak sahiplerini cehenneminde yakmaz. Zira onların yaratılışını güzel ahlak kıldığı için onu insanlara sevdirir ve tabiatını güzel kıldığı için, onu insanlar da ve Allah da sever. Ve böylece bu insanlar Allah’ın da insanların da muhabbetini kemale erdirmiş olur, dolayısıyle dünya ve ahiret saadetine nail olmuş olurlar. Bir gün Allah Resulü (s.a.v.), Ebu Hüreyre’ye hitaben:

,,Güzel ahlaklı olmaya devam et! demişti. Ebu Hureyre sordu:

,,Güzel ahlak nedir ey Allah’ın Resulü? Allah Resulü buyurdu:

,,Senden alakayı kesmiş olana iltifat et (ilgilen, git ve gel, hal ve hatır sor!..), sana haksızlık yapanı sen affet! Seni mahrum edene sen ver!

(Beyhaki)

 

İhya’dan nakledildiğine göre, Allah Resulü duasında şöyle derdi:

,,Ya Rabbi! Beni adabın en güzeliyle ve mekârimi ahlak ile süsle!”

Sıla; ziyaret, ülfet ve ihsan ile yaklaşmak, arayı ayırmamak, demektir. Sıla yapma budur. Yani senden ayrılana, senden uzak kaçana, sana hal ve hatır sormayana bunları yapmaktır. Onun sana rağbet etmiyeceğini bilsen de yine sen ona iyi davran! Sen hiç olmazsa ecir ve sevabını alı-rsın! Keza; sana yakışan bir şey de haksızlığa karşı affedici olmandır. Aftetme, büyüklük şanıdır. Hele hele intikam almaya gücün yettiği halde affetme çok büyük bir fazilettir. Kur’an şöyle der:

,,İyilik de kötülük de bir değildir (dereceleri vardır). Sen kötülüğü en güzel hareketle karşıla! Göreceksin ki, seninle arasında düşma-nlık olan kimse sanki yakın bir dost olmuştur. Fakat bu dereceye ancak sabredenler ve ancak büyük bir nasib sahibi olanlar ulaşır.“

(Sure 41:34-35)

 

Evet iyiliğe karşı iyilik yapmak kolaydır. Fakat, mühim olan kötüye ve kötülüğe karşı iyi davranmaktır, ki bu, büyük insanların kârıdır. Herkes bunu yapamaz. Ama yapmaya kendisini zorlamalı, büyük insanlar arasına girmeye çalışmalıdır. Bir başka ayet-i celilede Rabb’ulâlemin buyurmuştur:

,, Müttakiler... İnsanları aftedenlerdir...“

(Sure 3:134)

 

Bir başka hadis mealen şöyle:

,,Kim, intikam almaya kadir olduğu halde gayzını (gazabını) yenerse Allah onun kalbine emniyet ve iman doldurur.

 

Kendisini mahrum bırakan kimseye vermesine gelince: Mal ve ilim babında yardımcı olmak veya ihtiyacını gidermek, hizmetinde bulun-mak demektir. Allah Resulü’nün, güzel ahlakı bu üçe tahsis etmesinin sebebi, bunların ahlakın en büyüklerinden oluşu hikmetine bağlıdır.

Tenbih isimli kitapta kaydedildiğine göre, Memun’un cariyesi, bir gün kendisine çorba getirirken ayağı kayar, çorba Memun’un üzerine dökülür. Memun cariyeye vurmak ister. Cariye, Allah’ın: ,,Gayzini yutanlar kavliyle amel et, der. O dedi ki: ,,Hadi yaptım, gayzımı yuttum!..“ Bunun üzerine cariye: ,,O cümlenin arkasından gelen bir ifade var. O da ,,insanlardan aftedenler...“ ile amel et!“ O da: ,,Hadi seni affettim!“ dedi. Bunun üzerin cariye: ,,Allah muhsinleri sever...“ sözü ile amel et, dedi. O da: ,,Sana ihsan ettim ve seni azad ettim!

Artık şimdi sen hürsün!..“ dedi ve onu Allah rızası için azad etti.

Camiüssağır’in kaydettiği hadis-i şerif de bu mealde:

,,Faziletlerin en fazilettisi şu üç şeydir: Senden uzak kaçana senin yaklaşman, sana haksızlık edene senin aftetmen, seni mahrum edene senin vermendir.“

Bu üç şeyi yapmak her insanın işi değildir. Zira bunlar cidden çok zor şeylerdir. Adam, burnunu dikmiş, sana selam bile vermiyecek, sen de ona yaklaşıp, hal ve hatır soracaksın!.. Aftetme; halim olmanın ve şec-aatli olmanın son derecesidir. Keza; mahrum edeni mahrum etmeme ise cömertliğin en üstünüdür. Alakayı kesenlere karşı alaka göstermek ve onlarla ilgilenmek, iyilik yapmanın ve iyi davranmanın en büyüğü-dür. Bunun için şöyle de denmekte: ,,Kötülüğe karşı iyilikle mukabe-lede bulunmak demek, insanoğlunun en mükemmeli!“ demektir.

Böyle olan ahlakın semerelerindendir ki, düşman dost olmaya dönüşür veya düşman maktul olmaya dönüşür ve kudret-i ilâhiyyenin oku ona isabet eder.

O halde; Ey İslam yolunun yolcusu ve ey dervişi! Kalbini, rezaletler-den ve kötü huylardan temizlemen, bir taraftan da güzel ahlak ve faziletlerle süslemen tavsiye edilmektedir. İşte ,,Tasavvuf“, bu iki şeyden ibarettir. Bu hikmete binaen olsa gerek ki, ,,Tasavvuf ilminin“ yerinde ,,Ahlak ilmi“ tabirini kullanmışlardır. Ve yine bu hikmete binaen olsa gerek ki, ,,Tasavvufî“ tarif yolunda şöyle denmiştir:

Tasavvuf, her kötü huydan çıkış, her yüce huya giriştir. Tasavvufun tarifi yolunda çok sözler daha söylenmiştir. Bunlardan birkaçına daha işaret edelim:

Cüneyd’den El-İmam Ebu Muhammed el-Hariri şunu naklediyor:

,,Tasavvuf; hakkın seni, senden öldürmesi ve seni kendisiyle yaşatmasıdır.“

 

Ömer b. Osman el-Mekkî’den şöyle rivayet edilmektedir:

,,Tasavvuf; kulun her bir vakitte ve vakit içinde kendisi için en evla olan şey ile birlikte olmasıdır.“

 

Kerhi’den nakledilir:

,,Tasavvuf; hakikatleri almak ve halkın elindekilerden ümid kesmektir.“

 

Nitekim Kuşeyri’de aynı şeyleri söylemekte.

 

Güzel ahlak:

Abdülkadir el-Münavî, Camiüssağır’in şerhi Feyz-i Kadir’de şunu kaydediyor:

,,Bazıları güzel ahlakı birleştirip şöyle dediler:

,,Güzel ahlak; ihsan, ihlas, isar (başkasını kendisine tercih etme), seyyienin peşine haseneyi eklemek (tabi kılmak), istikamet (dosdoğru olmak), ibadet ve meişette iktisad (orta halli olmak, yani orta bir yol tutmak), kendi nefsinin ayıp ve kusurlariyle meşgul olup başkalarının ayıplarından sarf-i nazar etmek, insaflı davranmak, bazan ruhsatları işlemek, teslim ile birlikte itikattır, inanmaktır, kendi isteğiyle fakirle-şmek, israfa varmaksızın mal harcamak, namusu korumak için mal infak etmek, emr-i mâruf yapmak, şüphelerden sakınmak, beis olan şeyleri bırakıp beis olmayan şeyleri işlemek, araları açılmış olanların aralarını bulmak, yoldan geçenlere eziyet verecek şeyleri yoldan gidermek, istişareye ve istihareye riayet etmek, edepli ve saygılı olm-ak, faziletli insanlara, şerefli mekan ve zamanlara hürmet ve saygıda bulunmak, mü’minlere karşı güleç yüzlü olmak, terbiye ve talim ile irşad olmak ve irşad etmek, selamı çok vermek, komşulara ikramda bulunmak, isteyene vermek, hatta istemeden vermek, başkasının yaptığı bir iyiliği büyük görmek, kendisinin yaptığını küçük görmek, güleçyüzlü olmak, alçakgönüllü olmak, sık sık tevbe etmek, iyilik ve takva yolunda ve mühlet vermede yardımlaşmak, acele edilmemesi gereken yerlerde acele etmemek, evi ve geçimi tedbir ile düşünmek, kibirlenene karşı kibirlenmek, herkesi layık olduğu menzillere indirm-ek, yani layık olduğu derecede, yer ve hürmeti görstermek, ehemmi mühimme tercih etmek, insanların zelle ve hatalarını görmemezlikten gelmek, eziyyetlere tahammül etmek, kadere rıza ve teslimiyyet göstermek, başkalarına eziyeti terk etmek, tembelliği, insanlara düşm-anlığı, güçlük çıkarma ve mücadeleyi terketmek, usancı defetmek için azaltmak, nimeti dile getirmek, kardeşleri ve yardımcıları çoğaltmak, güç şeylere tahammül etmek, güzel isimlerle çağırmak, aile ve çocuklarına karşı bol elli olmak, töhmet yerlerinden sakınmak, zulüm yerlerinden ve isabetsiz sözlerinden sakınmak, Allah’ı unutmamak ve emirlerini harfiyyen yerine getirmek, Tıbb-i Nebevi ile tabiblik yapm-ak, işlerde sabır ve sebat etmek, Allah’a itimad etmek, nefısle cihad etmek, iyi işleri ve maslahata uygun olan şeyleri yapmak; celp etmek, Allah yolunda sevmek ve Allah yolunda buğzetmek, yumuşak huylu ve edepli olmak, emanetleri ve ahitleri muhafaza etmek, hüsn-i zan sahibi olmak, salihlere, fakirlere, alimlere, ihvan ve misafirlere hizmet etmek, küçüklere, yoksullara, yetimlere, hastalara ve hayvanlara merhametli ve şefkatli davranmak, tefekküre ve ibret almaya devam etmek, ilim talebinde bulunmayı adet haline getirmek, şiddetler arasında namaza, duaya iltica etmek, abdeste ve teheccüde ve diğer me’sur nafile namazlara devam etmek, nefis muhasebesi yapmak, nefse muhalefet etmek, Ehl-i Beyt’e muhabbet, adil ve latife sahibi olmak, münkerden nehy, nush, nezahet ve vera gibi hasletleri yerine getirmek.“

Bütün bunlar ayet ve hadislerin muhtevalarındandır. Bunların hıfz olunması yerinde olur, hatta vacip olur ve her yerde ve zamanda korunması gerekir.

 

 

Ahlak-ı zemiyme:

Geçen yazılarda ahlaktan, ahlakın iki kısım olduğundan ve ahlakın öneminden bahsedilmiş ve hatta ,,Tasavvuf’un güzel ahlaktan ibaret“ olduğu bile söylenmişti. Nasıl söylenmesin? ,,İslam dini, bir yönüyle mekarim-i ahlaktan, yani güzel ahlaktan ibarettir“ denmiştir, denebilmiştir.

,,Ben mekârim-i ahlakı tamamlamak üzere gönderildim!

diyen Allah Resulü (s.a.v.) olmuştur.

Ve bu arada ahlakın biri hamide diğeri de zemime olmak üzere iki kısım olduğunu görmüştük. Mekârim-i ahlaktan yeteri kadar herhalde bahsettik. Onların bellenmesi, hıfzedilmesi ve yaşanılması gerektiğini ve ancak insanoğlunun bu surette manevî sahada yol alabileceğini de ilave etmiştik. Ve nihayet bu sahada ayet ve hadisleri de sıraladık...

Bundan böyle de ahlak-ı zemimeden, yani kötü ahlaktan söz edeceğiz ve etmeliyiz. Çünkü, mevzular zıtlarıyla daha iyi tanınır, daha iyi an-laşılır. Güzel ahlakın yanında kötü ahlaktan da bahsedilirse insanımız bu iki ahlak arasındaki mukayeseyi yapma imkânına sahip olur; kötü ahlakın zararlarını, güzel ahlakın ise faydalarını müşahade eder, dola-yısıyla güzel ahlaktan ayrılmaz, ona sarılır, onu kendisine şiar edinir, kötü ahlakı yanına, yöresine yaklaştırmaz ve bu suretle ucuz kahrama-nlardan değil, hakiki tasavvuf erbabından olur ve binnetice iman ehli olmanın yanında takva ehli de olur ve Yunus suresinin:

,,Haberiniz olsun ki, Allah dostlarının üzerine ne bir korku vardır

ne de onlar üzülürler. Onlar o kimselerdir ki, iman etmişlerdir ve (emirleri gereği gibi yerine getirmenin yanında kötü şeylerden ve kötü ahlaktan son derece sakınmışlar ve bu surette) takva ehli olmuşlardır.“ (Sure 10:62-63)

mealindeki ayet-i kerime’lerin sırrına mazhar olmuşlardır. Daha başka bir ifade ile; Allah dostu olmanın iki şartından ibaret olan iman vasfına da takva vasfına da sahip olmuşlardır. Rabb’imizden dua ve niyazımız odur ki, bizleri de bu iki vasfa sahip olan dostları arasına kabul buyurmasıdır. Kabul buyursun! (Amin!)

Bu girişten sonra; ahlak-ı zemimenin tarifinden, mefsedetinden ve zararından, nasıl tehlikeli bir hastalık olduğundan, ilaç ve tedavisinin ne şekilde olacağından söz etmek istiyoruz: Önemine binaen, ahlakın tarifini, kısımlarını ve kısımlarının tariflerini tekrar görelim:

 

 

Ahlak:

Ahlak kelimesi ,,Huluk“ kelimesinin cemi sığasıdır. Türkçe’de buna ,,Huy“ denir ve şu şekilde tarif edilir:

,,Ahlak, öyle bir melekedir ki, öyle bir vasıf, öyle bir kabiliyyet, öyle bir sabit ve kalıcı bir keyfiyyettir ki, (itikad, söz, fiil ve hareketler) gibi nefsanî fiiller kendisinden kolayca sudur eder, meydana gelir.“

İki kısma ayrılır:

1. Nefs-i insaniden kolayca sudur eden inanış, söz, fiill ve hareketler aklın ve şer’in güzel addettiği cinsten ise, ona “Ahlak-i hamide“ yani güzel ahlak denir.

2. Nefs-i insaniden kolayca sudur eden bu filler, aklın ve şer’in kötü gördüğü cinsten iseler, onlara da ,,Ahlak-i zemime“ yani kötü ahlak ismi verilir.

Demek oluyor ki, ahlakî ve insanî değerlerin ölçüsü dindir; İslam’dır. Ne olursa olsun, İslam’ın güzel gördüğü, takdir ve tebrik ettiği şeyler güzeldir, güzel ahlaktandır. İslam’ın güzel görmediği, kabul etmediği, hatta reddettiği şeyler de ahlak-i zemimedir, çirkin ahlaktır. Daha açık bir ifade ile: Güzelliğin de çirkinliğin de ölçüsü İslam’dır, Kur’an’dır, şeriat’tır. ,,Emredilen, tavsiye edilen herşeyde bir güzellik vardır; neh-yedilen, terkedilmesi evla görülen herşeyde de bir çirkinlik vardır.“ hükmü bir usul kaidesidir. Ve zamanla bu kaide değişmez, kıyamete kadar geçerlidir. Siz şeriat’ı, dolayısıyla ahlakı zamana uyduramazsı-nız, mahalli örf ve adete uyduramazsınız. Tersine zamanlar, örf ve adetler İslam’a, İslam’ın ahlakına uyacaktır ve uyma zorundadır. ,,Zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesi inkar edilemez“ şeklindeki Mecelle kaidesi, cahil cühelanın anladığı manada değildir, genel değildir. Şeriat’ın zamana bağlı olarak getirdiği hükümlere mahsustur. Zamanın değişmesiyle elbette o hüküm değişecektir. Yine de bu değişmeye karar veren insan değildir, şeriat’tır. Binaenaleyh, devam ve sebatına karar veren de değişmesine karar veren de İslam’dır, şeriat’tır.

Netice itibariyla şunu da söyleyebiliriz ki herşey ,,Edille-i Şer’iyyeye“ bağlıdır. Bunlar da dörttür: Kitap, sünnet, icma-i ümmet ve kıyas-ı fukaha. Gerçi şer’î delillerin sayısını ulema otuzbeşe çıkarmışlarsa da aslında onlar bu dört delilden birine dayanmaktadır. ,,İstihsan, istishab, teharri, mesalih-i mürsele, kura, örf ve adet“ bunlardan birkaçıdır.

 

 

Kötü ahlakın sayısı:

Güzel ahlakın sayısı çok olduğu gibi, kötü ahlakın sayısı da çoktur. Bazı alimler bunların sayısını altmışa kadar çıkarmışlardır. Yani diyebiliriz ki, kötü ahlak altmış civarındadır. Hususiyle benim sofu kardeşim bunları da bir bir bellemeli. Bellemeli ki, bunlardan birine kendini kaptırmasın, bunlardan birine yem olmasın!..

 

 

TASAVVUF - CEMALEDDİN BİN REŞİD  رحمة الله عليه


RISALE

ZÄHLER

Heute 1025
Insgesamt 4694567
Am meisten 42997
Durchschnitt 1753