KAVMİYETÇİLİĞİN YETERSİZLİĞİ

12-09-2017

KAVMİYETÇİLİĞİN YETERSİZLİĞİ

 

1- Milliyetçilik Temellerini Mantık Dışı Olması:

Herbat Luthy şöyle diyor: "Kavmiyetçilik, akıl ve bilim açısından hiçbir yorumu olmayan ve ancak inananların yanında önemi olan bir avuç hurâfe'ye dayanan bir "ekol"dür."

Milliyetçilik temelleri, tüm dünya milletlerinin üzerinde nasıl uygulanabilir? Bir milletin müstakil hüviyetini oluşturan şeyler nelerdir? Bir milleti maddî veya manevî yönden diğer milletlerden ayıran ve diğer milletlerde bulunması imkânsız olan nitelik nelerdir?

Milliyetçiler, bu soruların hiçbirisin cevaplandıramamışlardır. Bunların eserlerini incelediğimizde açıkça görüyoruz, bunu.

Milliyetçilik ideologları, coğrafi sınırları, dil, ırk, siyasi, iktisadi ve kültürel kurumlar ve tarihi etkenlere dayanarak bir milletin bağısız hüviyetini oluşturan etkenleri, vatan, kan ve tarihten ibaret sayıyorlar.

Şimdi, herhangi bir toplumun birliğini ve özerk hüviyetini oluşturan bu etkenlerin asliyetini ve mantıklı olup olmadığını inceliyoruz:

a-) VATAN

Vatan, doğal olarak tamamen itibari bir kavramdır. İnsanın doğal olarak vatan hissettiği yer, kendi şehri ve bölgesidir. Bundan öte ne varsa, "telkini" (aşılama)dır. Eğer vatanı, dediğimizden geniş bilmek gerekse, niçin kendisini Mısır'lı bilip, Arap dünyalısı bilmesin. Niçin kendisini Arap toplumunun bir üyesi bilmedir, Asyalı değil. Öyleyse bu tamamen itibari ve "keyfi" birşeydir. Hiçbir mantıki temeli yoktur. İrlanda'da doğan birisi niçin kendisini İngiltereli saymalıdır, İrlandalı değil.

Çoğu ülkelerin, özellikle Afrika ülkelerinin sınırları hayali çizgi ile belirlenmiştir. Milliyetçilik, sömürücülerin Asya ve Afrika haritasının üzerinde çizdikleri eğri büğrü çizgilere bağlanıp bu "sınırlara sevgi"yi, kendi ideolojisi etmesini istiyor insandan! Yeryüzünde eğri büğrü çizgi çizdiler, sonra onu kutsal bir kılığa soktular ve halkı -hiçbir sebebi olmaksızın- bu tarafta olanları ise "yabancı küme"den saymağa zorladılar, sömürücüler.

Bir kişinin "toprağ"a bağlılığı tabiidir, mâ'kul değil. Bir insanın, falanca ülkedenim demesi, daima ona, "Senin vatanın burasıdır, başka yerler yabancıdır!" diye telkin edilmesindendir. Coğrafi açıdan, vatan daima değişme hâlindedir. Bugünün Afganistan'ı, dün İran idi. O hâlde Afganlı birisi, kendisini neden İranlı değil, Afganlı saymalıdır? Bu, ancak telkin'e bağlıdır. Irak Kürdü dinden başka ne'de Irak Arabıyla birleşebilir. Öyleyse neden kendisini Kürdistanlı değil, Iraklı saymalıdır? Bu gibi meseleler hakkında hiçbir mâkul yorum getirememişlerdir, milliyetçiler.

b-) DİL

Alman Milliyetçiliğinin temsilcileri, özellikle 1. ve 19. yüzyıllardaki ünlü temsilcileri, Herbent Luthy (1744-1803) ve Johann Fichte (1762-1814) bir milletin milli şahsiyetini oluşturan etkenler arasında dil ve tarihi (özellikle dili) hepsinden üstün sayıyorlardı. Bunları takliden namık Kemal (Türkiye'de) ve Nedim (Mısır'da) gibi İslâm dünyasının milliyetçileri de vatan anlayışının en büyük dayanağını, dil sayıyorlardı.

Fakat gerçeğe bakarsak, bir milletin aynı dili ve tarihi paylaşması, milli dayanışmayı ve bilinci icâd'ta yeterli değildir. Washington'daki çağdaş Amerikalıların dili ve tarihi, İngilizlerin dilinin ve tarihinin aynı olduğu hâlde, İngilizlerden ayrılarak bir bağımsız milliyet kurdular. Veya, İsviçre'nin üç bölgesinde üç değişik dil bulunmasına rağmen milliyet hissi sağlamlığını korumakta. Hindistan'da 14'den fazla dil vardır. İngilizce'den başka bütün Hindistan halkının düşünebileceği bir dil yoktur.

Eğer milli birlik ve hüviyeti belirleyen asıl etken, dil olsaydı, neden İngiltere ve Kuzey Amerika ortak dile sahip oldukları hâlde tek bir millet oluşturmadılar? Veya İspanya ile aynı dili konuşan Latin Amerika ülkeleri, (Brezilya hariç) ve Portekiz ile ortak dili olan Brezilya neden birlik fikrinde olmadılar?

Yanlış anlaşılmasın! Dildaşlığın, dayanışma ve birlik oluşturmada rolü yoktur, demek istemiyoruz. Zira malumdur ki, insanların birbirleriyle ilişki kurmasını, milletin vahdet ve birliğidne etkili olan "edebiyat'ta ortaklığı"nı sağlayan bir vesiledir, dil. Demek istediğimiz şudur: Milliyet'i oluşturmada belirleyici etken -bu akımı hızlandırabilmesine rağmen- dil değildir. Halklardan bir çoğu, dilleri değişik olmasıyla birlikte bir millet halindeler. (İsviçre'deki gibi.) Birçoğu da dildaş oldukları halde ayrı ayrı milletler oluşturup birbirinden çok uzaktırlar.

Nâsır ve diğer Arap kavim-perestleri (ırkçıları) dildaşlık temeli üzerine tek (Arap milletini kurmak istediler, ama yenilgiye uğradılar, yapamadılar. Lübnanlı Marûni hıristiyanlar, Lübnan müslümanlarıyla dildaş olmalarına rağmen, yıllardır onlarla savaşıyorlar. Kendilerini, Müslüman dildaşlarından daha çok Avrupalılara yakın hissediyorlar.

Bir de her ülkede bir dil ile değil, çeşitli dillerle karşılaşıyoruz. Lehçe denilen şey, ayrı dildir, gerçekte. Acaba Farsçanın bir lehçesi denilen Afganların durri dilini mi farslar daha çok anlıyorlar, yoksa Tebriz Azericesini mi? Arabistanlılar, Libya'da konuşulan Arapça'nın %10'unu bile anlamıyorlar!

Bunca gerçekleri göz önünde bulundurduğumuz zaman, milliyet temeli olarak dilin ne kadar boş, eksik ve mantık dışı olduğu gözler önüne sergileniyor.

c-) TARİH, KÜLTÜR VE MEDENİYET:

Tarih ve kültürün halk içerisinde birlik ve ortaklık hissini doğurması doğru, ama doğuda özellikle islâm dünyasında tarih, kültür ve medeniyet coğrafi birimler temeli üzerine değil, "inanç" temeli üzerine kurulmuştur. Milliyetçiler galiba unutmuşlardır, bunu. İslâm sonrası İran, kültür ve medeniyet bakımından eski Zerdüşt medeniyeti ve kültürü ile değil, Arap ülkeleri ve Pakistan ile bağdaşıyor. Keza Mısır, kültürde ve medeniyette Firavunlar medeniyetinden çok İslâm sonrası İran'a benziyor. Kısacası, bütün dünya müslümanları, İslâm'ın doğuşundan sonra aynı tarihi ve aynı kültürü paylaşıyorlar. İranlı, Arap, Türk, Pakistanlı ve Hindistanlı müslümanın geçmişteki uygarlığı, İslâm medeniyetinden başka bir şey değildir.

Milliyetçiler, bu İslâm medeniyetini "İran medeniyeti" veya "Arap medeniyeti" olarak göstermekle, veya halkın şimdiki kültürü ve medeniyetiyle hiç mi hiç alâkası olmayan bundan ötürü İslâm tarihi ve kültürü kadar müslümanları ısıtamayan, vahdete sevkedemeyen İslâm öncesi tarihin ve kültürün çürümüş kemiklerini toprak altından çıkartmakla, halkın içerisinde milli gururu alevlendirmeye çalışıyorlar.

Milliyetçiler, her zaman abartma, saçmalama, mugâlata, tahrif ve kendini övme ile birlikte olan eski medeniyetin eserlerini diriltmekle kalmıyor, bunun yanısıra Fars, Arap, Türk ırklarını yüceltip İslâmi duyguları yok etmek amacıyla İslâm tarihini ve uygarlığını küçümsemeye çalışıyorlar; bu yolda ellerinden geleni esirgemiyorlar. Fakat şunu da bilmelidirler ki, yaptıkları bu iş, tersine sonuçlanacak yanlış ve cahilce bir iştir. Çünkü Dr. Ali Şeriati'nin dediği gibi, "Fars ırkı (ve aynen Türk, Arap ve diğer müslüman milletlerin ırkları) kendi liyâkat ve istidâdlarını gösterebilmek için İslâm sonrası parlak yüzyıllardan daha iyi ve görkemli bir fırsat elde edememişlerdir, bütün bir tarif boyu."

Milliyetçilerin dediklerinin tam tersine VII. yüzyıldan sonra İslâm'ın davetini kabul eden İran, Türkiye ve diğer Ortadoğu ülkeleri, kendilerini İslâm'da öylesine erittiler ki İslâm tarihinden ve medeniyetinden başka bir tarihleri ve medeniyetleri yoktur, artık. Bu milletlerin azameti ve yüceliği, kendilerinin, İslâm'ın ilerlemesi ve İslâm'ın görkemli kültürünü ve medeniyetini yerleştirmek için oynadıkları rol ile orantılıdır. İslam halkları geçmişleriyle övünmek, iftihâr etmek istiyorlarsa, İslâm'a dönmekten başka bir çareleri yoktur.

İslâm'dan başka bir tarihi, milliyet temeli ve milletin hüviyetini belirleyen etken olarak seçmek, mantıksız ve kargaşalık çıkaran bir iştir. Çünkü ülkelerin sınırları, bütün tarih boyu aynı değildir. Meselâ, Afganistan, bir zamanlar İran'ın bir parçası idi.

O hâlde tarihi, "özerk milliyet" temeli saymak mümkün müdür?

d-) IRK

Milliyetçilerin çoğu, milliyeti oluşturan faktörü, "ırk" sayıyorlar. Fakat dikkatli bir inceleme, Milliyetçiliğin bu temelinin de -öbür temelleri gibi- esâssız ve mantıksız olup bilime değil taassuba dayandığını ortaya koyuyor.

Irk, kan temeline dayanan dayanışma hissinden ibârettir. Kan temeline dayanan ve görünür gerçekliğe sahip olan ilk bağ, baba ve anneye bağlılıktır. Bu bağ, genişlediği zaman önce aileye, sonra kabileye, daah sonra ırk'a ulaşır. Ancak sıra ırk'a geldiği zaman insan, babasından öylesime uzaklaşmış bulunur ki artık ne bilimsel ne de mantıksal bakışla bu ırktan olduğu ispat edilemez.

Arya veya Sami ırkı tarihte var mıydı, acaba? Var olduklarını kabul etsek bile, Arya olduğunu kim iddia edebilir ki? İranlıların büyük bir kısmını, Peygamber-i Ekrem (S.A.V.)'in soyundan olan seyyidler oluşturmaktadır. Seyyid olmayanlara gelince... Binlerce yıl geçtikten sonra, soylarına Arya kanından başka kan karışmadığını iddia edebilirler mi, bunlar?

"Irk"a ve "ırksal birliğe" inanmanın hiç mi hiç bilimsel bir dayanağı yoktur. Aksine, tamamıyle mechul olan bir vehimden ibarettir. Milliyetçiler, bu vehim ve mutlak meçhulü, bütün siyasi-içtimai ilişkilere temel yapmak istiyorlar. Ne kadar gülünç ve mantıksızdır bu1..

Bundan başka, Milliyetçilik gibi kan'ı temel edinecek olsak, neden insanın neslinin başlangıcı olan "Adem" ve "Havva"yı temel edinmeyelim? O zaman Milliyetçilik yerine insancıllığa ve Nasyonalizm yerine Enternasyonalizm'e varırız. Bu temel, vehim ve mutlak mechulden ibâret olan "ırk" temeline oranla mantıklı ve isbat edilebilecek bir niteliktedir.

Faraza "Arya", "Sami" ve benseri ırkların tarihsel asliyeti olsa bile, tarihin daha uzak bir noktasına dönersek, bu ırkların hepsnini aynı baba ve anneden olduklarını görürüz, muhakkak. Öyleyse neden onu temel edinmeyelim?

e-) SİYASİ KURUM VE İKTİSAD ETKENİ:

Milliyetçilerden bazısı, "siyasi kurum"u ve "iktisad"ı, milliyetin etkeni sayıyorlar. Fakat İrlandalılar, siyasi kurum'da İngiltere'den oldukları hâlde kendilerini özerk bir millet hissediyorlar. Bunun benzeri çoktur, tarihte ve hâlihazırda.

İktisad etkenine gelince... Ara sıra dayanışma sağlamıştır... Meselâ Almanya eyaletlerinin gümrük birliği, 1918-1952 yıllarında onların siyâsî birliğini sağlamıştır. Ancak bu gibi pek nâdir örnekler, bir istisnâdır, kâide değildir.

Böylece görülüyor ki milliyetçiliğin tüm ana temelleri gevşek, değersiz ve mantıksızdır. Bu temellerin gerçi milliyet hissinin icâd edilmesinde bazen yardımı olmuştur. Ama birliği icâd edip koruyan belirleyici etkenler değillerdir. Bu nedenle Fransız milliyetçileri, "bir Almanyalının, bir Fransalının ve bir İngilterelinin kendisini Almanya, Fransa ve İngiltere bağlı bilmesine sebeb olan şey insanın isteği ve iradesidir" dediler.

Evet, fertler, gönüllü olarak belli bir millete bağlanmaya râzı olmadıkça, dildaşlık, coğrafi sınırlar, ırk ve tarih hiçbir şey kalplerin birliğini sağlayamaz.

 

2- Mezkur Temellere Dayanan Birlik, İnsanların Tefrikasına Yol Açar:

Adı geçen temeller üzerinde birlik sağlama çabası, birçok ayrılıklara sebeb olup, insanları, her zaman için birbirinin karşısına çıkarmıştır. Coğrafi sınırlara, ırk'a veya dile dayanan birlik, bütün insanları içerebilecek nitelikte değildir. Bu gibi şeylere dayanan birlik, insanların arasında ayrılığı çoğaltıp kökleştirmek amacıyla yapılan duvarlara benzer. Ancak inanç sınırları, hiçbir zorlama, mecburiyet olmaksızın, fertler ve halklar tarafından kabul edilip bütün insanların birliğiyle sonuçlanabilir. Bunun, imkansız hiçbir tarafı yoktur akıl açısından. Fakat coğrafi sınırların, ırkın ve dilin üzerine kurulan milliyetlerin bütün insanları içermesi aklen mümkün olmadığı için "insanların birliği" de her zaman için imkânsız bir hâle gelmiş olur.

Milliyetçilik, insanları gruplara ve halklara ayırıyor. Bu yüzden insanlığın birliğini sağlayamaz.

Böyle bir birimde "azınlıklar" ve "yabancılar" meselesi de çözümlenemez. Fakat "inanç" temeli üzerine kurulan "ÜMMET", açık bir birim'dir. O inanc'ı kabul eden herkes -hangi ırktan, renkten, ülkeden ve dilden olursa olsun- bu birimin içerisinde yer alır. Günbegün genişleyip sonunda "insanların evrensel kardeşliği"ni sağlayabilecek tek temel, inanç temelidir.

Evet, milliyet ve birlik temeli olarak tek doğru, bilimsel, mantıksal ve insani olan temel, "inanç" ve ideolojidir. Diğer etkenler, inanç ve ideolojiye kıyâsen yan etkenlerdir.

Gördüğümüz gibi milliyetçilerin üzerinde durdukları temellerin hiçbirisi geniş kapsamlı ve mantıklı değildir. Bunun aksine İslâm'ın, bayraktarlığını yaptığı "inanç milliyeti", akli asliyete sahiptir ve tam manasıyla yorumlanabilecek bir niteliktedir. Aynı ideolojiye inananlar, dünya görüşleri, dini inançları, kültürleri ve hedefleri bir olduğu için bir "ÜMMET" sayılmalıdırlar.

Ortalıkta Vatanperestlik ve Milliyetçilik bulunduğu müddetçe, savaş ve çatışmaların tehlikesi kalkmaz, insanların arasından. Çünkü Milliyetçilikte birleşme, diyalektiksel şekilde "uluslararası tefrika ve karşıtlığa" yol açar. Bu karşıtlık, zorbalık ve diğerlerini sömürge etmekten başka bir yol ile de sonuçlanmaz. Fakat inanç vahdeti, -inancı kabul etmekle- her türlü ayrımı yok eder. Herkes eşit ve kardeş olur, böylece.

 

3- Milliyetçilik, Güttüğü Hedefin Aksiyle Sonuçlanır:

Milliyetçiliğin ve milliyetin son hedefi, birlik kurmaktır. Fakat, her zaman bunun aksi netice vermiştir. Çünkü bu hedefi gerçekleştirmek için kullandığı araçlar, milliyete dayanan aşırı dayanışma duygularını körüklemek, dil ve ırktan ibârettir. Oysa her ülkede bölge, ırk ve dil azınlıkları bulunmaktadır. Bu azınlıklar, çoğunluğun milliyetçi duygular üzerinde yaptıkları propaganda baskısı ile karşılaştıkları zaman, kendi özerk hüviyetlerini kaybedebilecekleri korkusundan tepki göstermeye kalkışırlar. Bu yüzden devletin veya çoğunluğun milliyetçi propaganda yaptığı yerlerde azınlıklar içerisinde bölgesel, ırksal veya dilsel milliyetçiliğin ortaya çıktığı ve böylece ülkenin parçalanmaya doğru gittiği çok görülmüştür; bu, tabiidir. Mantık açısından da Çoğunluk Milliyetçiliğinin iyi; ama Azınlık Milliyetçiliğinin kötü olduğuna hiçbir delil yoktur. Neden İngiliz Milliyetçiliği iyi, fakat İrlanda Milliyetçiliği kötü olsun?!. Eğer Irak Baasçılarının, her an Arap milliyetçiliğinden bahsetmeye hakları varsa, neden Iraklı bir Kürdün, Kürt Milliyetçiliğinden bahsetmeğe hakkı olmasın?!. Ne olursa olsun, Kürt, Arap değildir. Taassub, vatan, ırk ve dil iyi ise, her taraf için iyidir; kötü ise her taraf için... İki ölçüyle hüküm veremeyiz. Eğer Amerikalı beyaz derilerinin Milliyetçiliği iyi ise, siyah derililerinki niçin kötüdür?!.

Böylece Milliyetçilik temelleri, mantıkî dayanağı olmamasından başka sonunda hedefinin çiğnenmesine ve kendi yenilgisine sebeb oluyor. Böyle olunca da bir illeti gâi'si (kuruluş gayesi) olan ülke bütünlük ve birliğini koruyabilmek için diktatörlüğe başvurmak zorunda kalıyor.

Milliyetçilerin iddia ettiklerinin tam aksine dini inançları değil, milliyetçi duyguları körüklemek birlik engeli ve parçalanma sebebidir. Rıza Hân ve oğlu Şah Pehlevi'nin yarım yüzyıl Milliyetçilik üzerinde şiddetli!!!

Milliyetçilik, hiçbir zaman ırk, bölge, dil azınlıkları sorununu çözümleyemez. Aksine zıtlaşmaları şiddetlendirip devamlılaştırır. Çünkü ölçüsü ırk, dil ve bölge kavmiyeti gibi değiştirilemez şeylerdir. Onun için başka bir ırk'tan olanlar, başa bir dili konuşanlar daima "azınlık" hâlinde yaşayıp kendilerini çoğunluğun duygularına ortak sayamazlar.

Göçmenler, coğrafi sınırların değişmesi ve ülke genişletme çabaları sonucu bir ülkenin ahâlisinden olan kimseler; kendilerini özerk ve "yabancı" bir birim hissederler. Başkaları da onlara karşı aynı hisse sahiptirler, hatta nesiller ve yüzyıllar geçtikten sonra, bile. Kürtler, İskattendyalılar, iİrlandalılar, Amerikalı siyah derililer, Türkiye, Suriye ve İran'daki Ermeniler en iyi örnektirler bu sözümüze.

Milliyetçilik, kan, toprak ve dil ölçüleriyle bu azınlıkların sorununu halledemez. Oysa "inanç" temel alındığı zaman, -inanç, herhangi birisinin mülkü ve mirası olmadığı ve herkes tarafından kabul edilebilecek durumda olduğu için- azınlıklar meselesi çözümlenip sonunda azınlık diye birşey olmaması mümkündür. En azından akıl açısından buna imkân vardır. Fakat milliyetçi toplumlarda azınlıklar sorunu kanser tümörü gibi çözümlenmemiş, kalmıştır, kalmaya da mahkumdur.

Özellikle İslâm dünyasının çoğu ülkelerinde bu mesele çok hassas ve önemlidir. Çünkü milliyet duygularını körüklemek ülkenin parçalanmasına sebeb olur.

İran'da, Pakistan'da, Türkiye'de Arap ülkelerinin çoğunda dini azınlıklar %2'den veya %4'ten fazla değildir. Bu az miktar ise, İslâm nizâmının himâyesi altında bütün medeni ve insani haklarına sahip olabilirler. Yol da açıktır. İsteyen herkes, Büyük İslâm Ümmeti'nin tam manasıyla bir uzvu olabilir. Fakat milliyeti temel edinirsek, azınlıklar birkaç kat çoğalacaktır; bölge, dil ve ırk değişiklikleri yüzünden. Gerçekte adları geçen ülkelerde çoğunluğu, değişik azınlıklar oluşturmaktadır. Kavmiyet temel olduğu zaman, Kürt, Kürt kavmiyetine sevkedilir; Türk de Türk kavmiyetine. Bu durumda, bu ülkeler şüphesiz parçalanmaya doğru giderler. Baskı ve diktatörlükle parçalanma tehlikesinden kurtulabilirler, ancak. İran, Türkiye, Pakistan ve İslâmî ülkelerin çoğu, kavmiyeti temel edindikleri için şimdiye kadar bu sorun ile karşı karşıya kalmışlardır.

 

4- Acaba Kabiliyetleri Harekete Geçiren Sadece Milliyetçilik Midir?

Biri "Harold Lasky" olmak üzere bilginlerin bazısı, "Milliyetçiliği bir gerçek olarak değil", bir "maslahat" olarak kabul etmek lazımdır" diyorlar. Lasky şöyle yazıyor: "Milliyetçilik - bütün yetersizlikleri ve çelişkileri ile birlikte- icâd ettiği asabiyet ile şüphesiz halkın kabiliyetlerinin ve enerjilerinin patlamalarına sebeb oluyor."[1] Fakat Lasky ve benzerleri, Batı'daki şartlara, arada dinin halkı harekete geçirecek bir gücü olmadığına bakarak bu görüşü ortaya koymuşlardır. Ancak Doğu'nun ve bilhassa İslâm dünyasının tarihi, din'in, milliyetten daha çok müslüman milletleri harekete geçirdiğine, halkın kabiliyetlerini geliştirdiğine ve kitleler arasıdna üçlü bir birliğin oluşmasına yardıcı oldupunda şahit olmuştur.

 

İSLAM VE MİLLİYETÇİLİK - CEMALEDDİN BİN REŞİD  رحمة الله عليه

 


[1] Harold J. Lasky: Nasionalism and tha Future of civilization p66, London 1971

 

 


RISALE

ZÄHLER

Heute 478
Insgesamt 4845334
Am meisten 42997
Durchschnitt 1790