MÜCTEHİD

13-09-2017

MÜCTEHİD

 

Müctehidin çeşitli tarifleri vardır. Bunlardan bir kaçı:

 

a) "Şer’i ve fer’i hükümleri delillerinden çıkarma yolunda tüm gücünü sarf eden ehliyetli kimse" demektir. (Molla Hüsrev)

b) "Müctehid o kimsedir ki, "Kur’an’ı, sünnet’i, kıyası; tarif ve çeşitlerini, zayıflık ve kuvvetlilik yönünden ravilerinin halini, lügat, sarf, nahv ve belagat yönünden Arap lisanını, ittifak ve ihtilaf yönünden ulemanın sözlerini bile." (Şeyhülislam Ebu Yahya Zekeriya el-Ensari, Menhec)

c) "Dinin hükümlerini öğrenme yolunda olanca gücünü sarf eden kimsedir." (Gazali)

 

 

İctihadın Lüzumu:

Dinin iki ana kaynağı vardır. Bunlardan biri kitap, diğeri sünnet’tir. Tabir ve teşbih caizse, Kur’an bir anayasa, sünnet de onun şerhi ve ilk tefsiridir. Bu iki kaynak ibare ve işaretleriyle, delalet ve iktizalariyle ve benzeri daha nice yönleriyle mevcut hadise ve meseleleri hükme bağlamışlarsa da beşer hayatı ve bu hayatla ilgili yeni yeni problemler yürümekte ve bir noktada durmamakta. Bu durum ne yapmış? Müslümanları yeni yeni ortaya çıkan hadiselerin hükümlerini bulmaya ve bilmeye zorlamıştır. İşte Kur’an çerçevesinde sünnet’in ışığı altında hadise ve meseleler ehil kişilerin hükme bağlamalarına "İctihad" denir ve bu sebeple meydana gelen hareket "İctihad hareketi" ismi verilir.

Bu itibarladır ki, ictihad, dinde ve insan hayatında önemli yer almış, daha Peygamber (s.a.v.) hayatta iken bu ictihad hareketi başlamış, sahabe devrinde devam etmiş ve müctehid imamlar devrine kadar sürmüştür.

 

Sahabe Devri:

Peygamber (s.a.v.)’in vefatını müteakib gelişen hadiseler karşısında Ashab Efendilerimiz durmamış, Kur’an ve sünnet’te hüküm bulamadıkları taktirde ictihad yoluna giderek hadiseleri hükme bağIamışlardır.

 

Hadiseleri takdir etmede, kitap ve sünnet’i tefsir ve te’lifte isabet ve hata etmeleri yüzünden sahabe arasındaki ictihadlarda da farklılık ve ihtilaflar görülmüştür. Ancak, bu devirde genelde müctehid ve mukallidler kesin ve net çizgilerle birbirlerinden ayrılmadığından, sonraki devirlerde olduğu gibi, bu devirde mezhepler vücuda gelmemiştir.

 

Tabiun Devrinde:

Tabiun devrinde ictihadlar, kesin çizgilerle birbirinden ayrılmış ve artık mezhepler teşekkül etmiştir. Ictihada muktedir olanlar, usul ve kaidelere istinaden ictihadlarını yapmışlar, muktedir olmayanlar da muhtaç oldukları meseleleri sormuşlar ve aldıkları fetvalarla amel etmişlerdir.

Son tabiun ve tebe-i tabiun devirlerindeki ihtilaflar, daha çok prensip ve kaynaklardaki farklılıklardan doğmuştur. Müctehid imamların da dahil oldukları bu devirde kimileri sahabeden intikal eden eserlere daha çok yer verirken, re’y ve kıyası da kullanmışlardır. Kimi müctehidler de aksi yöne gitmişlerdir. Bunların dışında re’y ve kıyası red ve inkar edenlere mukabil, esere yer vermiyen müfritler de olmuştur.

 

Emevilerin son, Abbasilerin ilk devirlerine rastlayan hızlı ictihad hareketleri gerek dört imam ve gerekse bunların talebeleri, eskiye nazaran birbirleriyle yakından temas halinde olduklarından ve üstadlarından müştereken istifade etme yoluna girdiklerinden re’y hadis mesleklerini birbirine yaklaştırmışlardır. Dört imam da genelde kitap, sünnet’, kıyas ve icma delillerini istimal etmişlerdir. Aradaki farklar temele inmeyip, genelde lafızlarda kalmıştır. İstihsan, istishab, istislah örf ve adet gibi çeşitli isimler verilen ve genelde mesalihde (maslahatlarda) birleşen metodlardan da faydalanmışlardır. Bu arada yaşanılan hadiselerin hükümleri hakkında ictihad yapmakla kalınmamış vuku-i muhtemel hadiseler de yine ictihad yoluyle hükme bağlanarak bir fıkıh külliyatı meydana getirmişlerdir.

 

Müctehid imamlar devrinden sonra, çeşitli sebeplerle ictihad sahasında bir duraklama, bir gerileme olmuş, ictihadların yerini genelde taklid almıştır. Bu durum biraz daha ileri götürülerek ictihadın men’ine, taklidin vücubuna fetvalar verilmiştir.

 

"Hicri dördüncü asırdan itibaren ictihada ehil kişilerin yetişemiyeceği, ictihadın kötüye kullanılabileceği gerekçesiyle artık bu kapı kapanmıştır" diyenlere mukabil, "Hayır, kıyamete kadar ictihad kapısı açıktır; bu kapıyı kapatmaya kimsenin gücü yetmez..." diyenler de vardır. "İctihad bilmezheb kapısı kapanmış ise de ictihad filmezheb kapısı kıyamete kadar açıktır" diyenler de vardır. (Akaid-i Hayriyye tercemesi)

 

Meselenin tartışılmaya müsait olması bir yana; dördüncü asırdan günümüze kadar müctehid imamlar çapında kaç tane zata rastlanmıştır, rastlanıyor veya rastlanabilir? Önce bunun tesbiti gerekir. Sonra günün şartları buna müsait mi? Kâr mı getirir, yoksa zarar mı? Ayrıca:

 

1- Bu, bir ehliyet meselesinin yanında bir takva meselesidir;

2- Bu, bir hâkimiyet meselesidir;

3- Bu, bir şartların müsait olması meselesidir;

4- Ve bu, bir ihtiyaç meselesidir.

 

Günün şartları ictihada müsait değildir. Sebep ise;

1- İslam’ın dünya hayatına hâkim olması şöyle dursun, İslam alemine bile hâkim değildir. Kur’an, devlet olmaktan (anayasa olmaktan) kaldırılmış, Şeriat susturulmuş, sözünün edilmesi bile suç sayılmıştır. Müslüman milletlerin ve İslam topraklarının yönetimi İslam’a yabancıların hatta düşmanların elinde kafir kanunları her tarafta söz sahibi; mahkemeler, mektepler, basın ve yayın, bütün üniversiteler, hatta dinî eğitim ve öğretim yapan (!) okul ve külliyeler hep dine yabancı, ehliyetsiz kişilerin elinde ve kontrolünde!.. İctihad yapma, fetva verme şöyle dursun, bunların sözünün edilmesi bile yadırganıyor, söz edenler hesaba çekiliyor!. Hiç unutmam:

Adana’da müftülüğüm sırasında bir müftülük binasının yapımı için, yapılan bir toplantıda yaptığım konuşmada: "Yaptıracağınız bu bina, sıradan bir bina değildir bir fetva merciidir!. " demiştim. Basına intikal eden bu konuşmamız, vilayette sorguya çekilmemize sebep olmuştur. Halbuki müftüsünüz, görev ünvanınız  bu! Bu ünvanla tayininiz yapılmış!.. Bütün bunlara rağmen, oturduğunuz yerin "bir fetva merciidir  demenize adamlar tahammül edemiyorlar da sizi mahkum etmek istiyorlar!.. Türkiye’nin durumu bu!.. Diğer İslam ülkeleri de bundan pek farklı değil!..

 

Böyle bir ortamda şer’i ve şer’i mevzularda dahi serbest bir şekilde ve hür iradenizle araştırmanızı yapıp hadiseleri hükme bağlıyacak, fetvalar verecek ve neşredeceksiniz!.. Daha müftü olarak oturduğunuz binaya "Fetva mercii" demeyi hazmedemiyen İslam düşmanları, kendinizi bir müctehid olarak arzetmenize nasıl tahammül edecektir...

 

Ehliyet Şartları:

Günümüzün yeni ve modern müctehidlerine sormak lazım: "Sizde ictihad şartları mevcut mu?!." İsterseniz suali şu şekilde sorun: "Ey yeni müctehidler! Sizler ictihad etmenin şartlarını biliyor musunuz? Buna dair kaç kaynak eser okudunuz ve bu eserler kimlere aittir ve bu babda ilk eseri kim yazmıştır? Bu eserin ismi nedir? 0 gün bugün bu mevzuda yazılan eserlerin bir listesini çıkarın, görelim!.." Okudunuz mu, tahkik ve tetkik ettiniz mi veya bunlardan kaçının metnini ezberlediniz... diye sormuyoruz; sadece isim listesini istiyoruz!.. İşte bunu getirin de biraz olsun, söylenenleri anlayabilesiniz!..

 

Bu hususu da bir tarafa bırakalım: Mebde ilimlerini gördünüz mü? -Okudunuz mu demiyorum- Gördünüz mü? Boy ve boslarına baktınız mı? Sarf, nahiv, lügat, iştikak, mantık, belağat (Mâni, Beyân, Bed’i) gibi alet ilimleri üzerinde kaç eser okudunuz ve kaç metin ezberlediniz ve okuttunuz? Okuma ve okutmada aldığınız notların derecesi nedir?!. "Okudunuz ve okuttunuz" diye soruyoruz. "Kaç eser verdiniz?" diye sormuyoruz!.. Günümüzün tefsir üstadlarına, fıkıh üstadlarına, hadis üstadlarına sorun:

 

"Usul-i Tefsir, Usul-i Fıkıh, Usul-i Hadis okudunuz mu?" diye sorun! Yoksa "Okuttunuz mu?" veya bu mevzularda eser verdiniz mi, diye sormayın!.. Alacağınız cevaplar "Hayır!" şeklinde olacaktır. Te’lif veya terceme eserler verseler dahi müctehid olmalarına bu kâfi mi? Asla!.. Merhum Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali’nin baş taraflarında şöyle kaydetmektedir:

"Dini hükümleri müfassal delillerden, yani Edille-i Erbaadan anlayıp çıkarmaya muktedir olan İslam alimlerinden her birine (fakih), cemine de (fukaha) denir. Müctehidler ise, fukahanın en yüksek tabakasını teşkil ederler.

 

Dini hükümleri tayin ve beyan etmek salahiyeti, bu kudretli fukahaya aittir. Hafızalarında binlerce hadis-i şerif, binlerce mesele bulunmuş olan bir nice munsif alimler, dini hükümleri tayin hususunda sözü fukahaya bırakmış, bu pek ince, müşkil vazifeyi ifa için kendilerinde ictihad selahiyeti görmemişlerdir.

 

Filhakika mübarek isimleriyle sahifelerimizi süslemiş olduğumuz dört imamdan, bu muhterem müctehidlerden her birine tabi olan zatlar arasında öyle ihatalı, mütefennin, kudretli alimler vardı ki, her biri bir ilim ve irfan harikası iken, ictihada cesaret gösterememiş, bu dört imamdan birine intisabı kendisi için bir şeref bilmiştir.

 

Artık mahdut bilgili kimselerin kendilerinde böyle bir selahiyet görmeye nasıl hakları olabilir?

Evet, biz itiraf etmeliyiz ki, şer’i meselelerin, hadiselerin hükümlerini öteden beri ammenin kabulüne mazhar olmuş olan o büyük müctehidlerden öğrenmek mec-buriyetindeyiz. İctihad iktidarını haiz olmayan kimselerin, dini meseleler hakkında - müctehidlerin mezheplerine aykırı olarak - kendi anlayışlarına göre hükmetmeleri, kendi düşüncelerine göre cevap vermeleri AIlah’ın indinde pek büyük mesuliyete sebep olacaktır: Böylece bir kimse vereceği cevapta isabet etse bile, bilmeksizin cevap vermiş olmaları cihetiyle yine mesuliyetten kurtulamaz. Nitekim bir hadis-i şerif: "Sizin ateşe atılmaya en cüretkârınız, fetvaya, yani şer’i meselelere dair cevap vermeye en ziyade cüret göstereninizdir," mealindedir.

 

Eğer dini hususlarda herkes, ammenin kabulüne mazhar olmuş bulunan muhterem bir müctehide tabi olmaz da kendi düşüncesine göre söz söyliyecek olursa halk dinin ulvi mahiyetini gaibetmiş, büyük bir dalalet içinde kalmış olur. Nitekim böyle zulmetli bir hal, geçmiş ümmetlerden bir coğunun başına gelmiştir.

 

İşte bunun içindir ki, İslam Milleti, böyle bir dalalete düşmemek için, öteden beri dört muazzam müctehidden birine tabi olmuş, onu rehber ittihaz etmiş, o sayede manevi mesuliyetten kurtulmanın çaresini bulmuştur.

 

Velhasıl bu dört müctehidin büyüklüğünde, onlara mensub dört mezhebin hakikatinde cumhur-i müslimin ittifakı vardır. Bu dört mezhepten başkasına uyulmaması hakkında yine müslümanların imamları adeta kesin bir ittifaka varmışlardır. Çünkü, bu dört mezhebi tesis eden dört müctehidden her biri  Asr-ı Saadet’e yakın bir zamanda yetişmiş, büyük bir ilim ile, güzel ameller ile fevkalade bir zeka ile muttasif bulunmuş, eserleri zamanımıza kadar muhafaza edilmiş, asırlardan beri bütün müslümanların teveccühlerine mazhar olmuşlardır. Artık bu sayede müslümanların arasında ihtilaf kapısı kapanmış, tam selahiyet sahibi olmayanların ictihada kalkışmalarına meydan kalmamıştır."

 

Bediuzzaman Hazretleri de İCTİHAD RİSALESİ’nde şöyle der:

"İctihad kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye altı mânia (engel) vardır:

 

Birincisi:

Nasıl ki, kış günlerinde fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte dar delikler dahi seddedilir. Yeni kapılar açmak akıl kârı değildir. Hem nasıl ki, büyük bir selin hücumunda tamir için duvarlarda delikler açmak boğulmaya sebeptir. Öyle de şu münkerat zamanında yabancı  adetlerin istilası anında ve bidatların kesreti vaktinde ve sapıklığın tahribatı hengâmınde ictihad adıyla islam binasında yeni kapılar açıp tahripçilerin girmesine vesiyle olacak delikler açmak İslamiyet’e cinayettir. 

 

İkincisi:

Dinin zaruriyyatı ki, onlara ictihad girmez. Çünkü onlar kesindir ve ortadadır. Hem de kut ve gıda hükmündedirler. Böyle olmalarına rağmen şu zamanda terk ediliyor, adeta zelzeleye uğruyorlar. Bu itibarla bütün himmet ve gayreti bunların ikame ve ihyasına sarfetmek lazım gelirken, İslamiyet in nazariyat kısmında, geçmişte ulemanın, asırların bütün ihtiyaçlarına dar gelmiyecek ictihadları ortada durup dururken - onları bırakıp - heva ve hevese uyarak yeni ictihadlar yapmak bid’atvari bir hiyanettir.

 

Üçüncüsü:

Nasıl ki, çarşıda mevsimlere göre mevsimlik eşya rağbet görüyor, vakit vakit bazı mallar revaç buluyorsa, öyle de alem meşherinde ictimaat-i insaniyye ve medeniyyet-i beşeriyye çarşısında her asırda birer meta’ revac bulur, rağbet görür, çarşısında teşhir edilir. Nazarlar ona yönelir, fikirler o cazibeye kendisini kaptırıyor... Şu zamanda siyaset metaı ve dünya hayatının temini ve felsefenin revaçta olması gibi. Selefi salihin asrında ve o zamanın çarşısında en rağbetli meta’, göklerin ve yerin yaratıcısının rızasını ve arzularını kendi kelamından istinbat etmek ve nübuvvet ve Kur’an’ın ışığı altında açılan ahiret alemindeki ebedî saadeti kazandırmak vesilesini elde etmek idi. (Yani asıl gaye bu idi.)

İşte o zamanda zihinler, kalpler, ruhlar bütün kuvvetiyle yerler ve göklerin Rabb’isinin rızasını almaya yöneldiğinden ictimaat-i beşeriyyenin sohbetleri, muhavereleri, vukuatları, ahvalleri ona bakıyordu. Ve ona göre cereyan ettiğinden her kimin güzelce bir istidadı bulunursa, onun kalbi ve fıtratı şuursuz olarak herşeyden bir marifet dersi alır. 0 zamanda cereyan eden ahval ve vukuat ve muhaverattan teallüm ediyordu. Güya her birşey ona bir muallim hükmüne geçip, onun fıtrat ve istidadına, ictihada bir ictihad istidad ihzarını telkin ediyordu. Hatta o derece şu fıtrî ders tenevvür ediyordu ki, yakın idi ki, kesibsiz ictihada kabiliyyeti ola, ateşsiz nurlana!..

İşte şu tarzda fıtrî bir ders alan bir müctehid, ictihada çalışmaya başladığı vakit kibrit hükmüne geçen istidadî "Nurun alâ nur" sırrına mazhar olur.

Ama şu zamanda Avrupa medeniyetinin tahakkümüyle, tabii felsefenin tasallutiyle, dünya hayatının şartlarının ağırlaşmasiyle fikri ve kalbleri dağılmış, himmet ve inayetleri parçalanmıştır. Zehinler maneviyata karşı yabanileşmiştir. İşte bunun içindir ki, şu zamanda birisi; dört yaşında Kur’an’ı hıfzedip, alimlerle mübahasa eden Süfyan b. Uyeyne olan bir müctehidin zekasında bulunsa, Süfyan’ın ictihadı kazandığı zamana nisbeten on defa daha zamana muhtaçtır. Süfyan on senede ictihadı tahsil etmiş ise, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki, tahsil edebilsin!..

 

Çünkü, Süfyan’ın fıtrî tahsilinin ibtidası temyiz zamanından başlar yavaş yavaş istidadı müheyya olur, nurlanır, herşeyden ders  alır, kibrit hükmüne geçer. Ama, onun fıtrî şu zamanda - Çünkü zihni felsefede boğulmuş, akli siyasete dalmış, kalbi dünyaya ait hayatında sersem olmuş, istidadi ictihaddan uzakIaşmış, elbette hal-i hazır fenlerine daldığı derecede istidadı, ictihadi şeri kabiliyyetinden uzaklaşmış ve ulum-i arziyyede tefennün derecesinde ictihadın kabulünden geri kaImıştır. Onun için -"Ben de onun gibi zekiyim, niçin ona yetişemiyorum?.. " diyemez ve demeye hakkı yoktur ve yetişemez.

 

Dördüncüsü:

Nasıl ki, bir cisimde nefvü-nema için tevessu meyli bulunur. 0 meyl-i tevessu ise çünki dahildendir- vücud ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat hariçte tevsi için bir meyil ise, o vücudunun cildini yırtmıştır, tahribetmiştir; tevsi değildir. Öyle de İslamiyet’in dairesine selef-i salihin gibi takvay-i kâmile kapısıyle ve zarurat-i diniyyenin imtisali tarikiyle dahil olanlarda tevessu meyli ve irade-i ictihad bulunsa; o kemaldır ve tekemmüldür. Yoksa zaruratı terkeden ve hayat-i dünyeviyyeyi hayat-i uhreviyyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlude olanlardan olan o meylüttevessu ve ictihad iradesi, vücud-i İslamiyye’yi tahrib ve boynundaki şer'i zincirini çıkarmaya vesiledir.

 

Beşincisi:

Üç nokta-i nazar, şu zamanın ictihadatını arziyye yapar, semavilikten çıkarır. Halbuki Şeriat semaviyyedir. Ve ictihadat-i şeriyye dahi onun ahkâm-i mesturesini izhar ettiğin den semaviyyedirler.

Birincisi: Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise, tercihe sebeptir. İcaba, icada medar değildir. İllet ise vücuduna medardır. Mesela: Seferde namaz kasredilir, iki rekat kılınır. Şu ruhsat-i şer’iyyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç bulunmasa da namaz kasredilir. Çünkü illet var. Fakat sefer bulunmasa, yüz meşakket bulunsa, namazı kasredilmesine illet olmaz. İşte şu hakikatın aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip ona göre hükmediyor. EIbette böyle ictihad arziyyedir, semaviyye değildir.

İkincisi: Şu zamanın nazarı, evvelen ve bizzat seaadet-i dünyeviyye’ye bakıyor ve ahkâmları ona tevcih ediyor. Halbuki Şeriat'ın nazarı ise evvelen ve bizzat saadet-i uhreviyeye bakar... Demek şu zamanın nazarı ruh-i Şeriat’tan yabanidir. Öyle ise Şeriat namına ictihad edemez.

Üçüncüsü: "Zaruretler haramı helal derecesine getirir" kaidesi; bu kaide külli değil, zaruret eğer haram yoluyle olmamış ise, haramı helal etmeğe sebebiyet verir. Yoksa, su-ihtiyariyle, gayr-i meşru sebeplerle zaruret olması ise haramı helal etmez, ruhsatlı ahkâma medar olamaz, özür teşkil etmez.

Mesela; bir adam, su-i ihtiyariyle haram bir tarzda kendini sarhoş etse; tasarrufatı ulema-i Şeriatça aleyhinde caridir, mazur sayılmaz; tatlık etse talak vaki olur, bir cinayet etse ceza görür. Fakat ihtiyariyle olmazsa talak vaki olmaz, ceza görmez. Hem mesela: Bir içki mübtelası, zaruret derecesinde mübtela olsa da diyemez ki, "zarurettir, bana helaldır."

İşte şu zamanda zaruret derecesine geçen ve insanları mübtela eden bir umumî bela suretine giren çok umurlar vardır ki, su-i ihtiyardan, gayr-i meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüd ettiklerinden; ruhsatla ahkâma medar olup haramı helal etmeye medar olamazlar. Halbuki şu zamanın ictihad ehli, o zaruratı ahkâm-ı şer’iyyeye medar yaptıklarından ictihadları ardiyyedir, hevestir, felsefedir; semavi olamaz, şer’i değil. Halbuki semavat ve arzın halikinin ahkâm-i ilâhisinde tasarruf ve ibadının ibadetine müdahele ve o halikinin manevi izni olmazsa; o tasarruf, o müdahele merduttur.

 

Altıncısı:

Selef-i salihinin müctehidin-i izamı nur asrı ve hakikat asrı olan sahabe asrına yakın olduklarından safi bir nur olup halis bir ictihad edebilirler. Şu zamanın ehl-i ictihadi ise, o kadar perdeler arkasında ve uzak bir mesafede hakikat kitabına bakarlar ki, en vazih bir harfini bile zor görebilirler..."

 

Hakikat bu merkezde iken, siz gelin günün müfessirlerini, muhaddislerini, müctehidlerini bir görün, bir dinleyin, ilim adına utanırsınız!..

Kimileri Usul-i Tefsir bilmedikleri halde elife mertek çağıracak kadar ilimden mahrum olanlara tefsir dersi vermeye, kavramlardan bahsetmeye kalkışırlar; Dostlar alışverişte görsün!.." kabilinden!..

 

Kimileri vardır ki, ellerine aldıkları Kur’an mealleriyle herşeyi halledeceklerini zannederler; İmam-ı A’zam ve benzeri zevatı sollarlar!..

 

Kimileri vardır ki, "Ben müctehid imamlara ve onların ictihadlarına bakmam, bulduğum bir hadisle amel ederim!.." derler, ahkâm çıkarmaya çalışırlar!.. Usul okumadıkları için bilmezler ki, hadisin sahih olması kâfi değildir. Hüküm çıkarma noktasına gelinceye kadar çok mesafeler katedilecek ve çok kitapIar karıştırılacaktır; hadisin de nasihi var; mensuhi var; ibaresiyle, işaretiyle, delaletiyle; iktizasiyle delaleti var; hass, âmm, müşterek ve münekker; zahir, nass, müfesser ve muhkem; hafi, mücmeI, müşkil ve müteşabih, hakikat, mecaz, sarih ve kinaye... gibi kısımları da var. Bulduğunuz o sahih hadis bunlardan hangisine girer? Bunlar da yine kâfi değil; bu özelliklere sahib olan o hadis başka bir hadisle veya bir ayetle veyahut icma deliliyle taaruz halinde olursa hangisi tercih edilecek? Ve daha nice benzeri suallerin cevaplarını da bilme  var ve daha neler var!..

 

Kimileri; İslamî ilimİerin daha ne olduğunu bilmeyen bir üniversite talebesi kalkıyor, "Ben ictihad müesesesini açtım!" diyecek kadar ileri giderler.

Kimileri de vardır ki, "Biz müctehid imamları da ve onların meydana getirdikleri kitapları da yargılıyacağız veya sorgılıyacağız!.." deme küstahlığını gösterirler. Allah böylelerinin şerrinden müslümanları korusun!..

 

İşte; bütün bu bilme kademelerini geçme ve her birinden etraflı bir şekilde mâlumat sahibi olma da yine kafi değildir. Yukarıda da ifade edildiği gibi, daha başka şeylere ve asrımızda bulunması mümkün olmayan şartlara da ihtiyaç vardır!..

 

Şu hususu da yeni müctehidlerimiz bilmelidir (!): İslam, ehliyet prensibini getirmiştir ve şöyle demiştir:

"Bilmiyorsanız, ehlinden sorun!.." Bu, bir emirdir ve ilahi emirdir, farzdır. Herşeyi ehlinden soracaksınız. Ehil olmayan bir doktora hastanızı götüremezsiniz ve götürmezsiniz; keza, ehliyetinden şüphe ettiğiniz bir mühendise plan ve projenizi çizdirmezsiniz, değil mi? Öyle ise ehil olmayan bir kimseden son derece önemi haiz ve son derece hayatî bir meseleyi; dini bir meseleyi sorabilir misiniz?.. Bilmeyen kişilerden ne ilim öğrenebilirsiniz ne de fetva sorabilirsiniz!.. Sonra kıyamet başınıza kopar. Ne dünyada ne de ahirette kendinizi kurtaramazsınız!.. Hatta böylelerinin yüzünden ülkelerin kıyameti kopup, bugünkü hale gelmemiş midir?

"Kıyamet ne zaman kopacak?" diye soran A’rabiye, Allah Resulü şu cevabı verdi:

"Emanet zayi edildi mi kıyameti bekle!.." buyurdu. A’rabi: "Emanet nasıl zayi olur?.." diye tekrar sorunca, Allah Resulü:

"İşler ehliyetsiz ellere teslim edildi mi kıyameti bekle!" şeklinde cevap verdi. (Buhari, İlim) Bir başka hadis-i şerif:

"Allah, ilmi insanların kafasından çekip almak suretiyle kaldıracak değildir. Fakat ilmi, ilim adamlarını yok etmek suretiyle kaldıracaktır. Nihayet hiçbir alim kalmayınca, halk, kendilerine cahillerden başlar (yani alimler, mürşitleri şeyhler...) edinerek kendilerine (dini ve ilmî) meseleler soracak, onlar da ilimsiz fetva verecek. Hem kendileri delalete düşecek, hem de başkalarını delalete düşüreceklerdir." (Buhari, İlim; Tirmizi, İlim; Müslim, İlim...) Kur’an’da şöyle der:

"Hakkında senin için bir bilgi olmayan şeyin arkasına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül bunların hepsi ondan sorumludur." (İsra, 36)

 

O halde kendini bilmezlerin ne arkasından git ne de onlardan bir şey sor!.. Yoksa böyleleri, dünyada seni delalete, ahirette ise cehenneme götürürler ve onlarla beraber olursun!..

Geçen sayfalarda "Mezhep" kelimesini târif etmiş, mezhep imamlarından ve ictihad farklarından söz etmiştik. Ve bu arada ictihad yapmanın kolay bir iş olmadığını, ancak ehil kişilerin ictihad yapabileceklerini, Hicrî dördüncü asırdan sonra bu şartlara haiz zevati bulmanın genelde mümkün olmadığını; zaman ve zeminin de buna müsait olmadığını ve esasen halledilmedik kayde değer meselenin de kalmadığını; zaman zaman ferdî ve cüz’î meseleler zuhur ettiği taktirde ihtisas sahibi ulemanın birlikte müzakeresîni yapıp hükme bağlamasının mümkün olabileceğini ifade etmiştik. Bu yazımızda ise, ictihad sahasına göz atacak, şer’î ve fer’î meselelerde ictihad ve ihtilafların birer rahmet olduğundan söz edecek, durup dururken mezhep değiştirmenin hiç de iyi olmadığından bahsedeceğiz.

 

İctihad Sahası

Herkes şu konuyu çok iyi bilmesi lazımdır ki; İslam’ın her meselesinde ictihad yapmak mümkün değildir. "Mevrid-i nassda ictihada mesağ yoktur" kaidesinden hareket edilir. Nassın, yani kitap ve sünnet’in sarahat getirdiği mevzularda ictihad olmaz. Kur’an bir anayasa, sünnet de onun bir tefsiri durumundadır. Kur’an şer’î ve fer’î mevzulara temas ederken bir kısım meselelere sarahat getirmiş, tafsilat getirmiş, tefsir ve ictihada mahal bırakmamıştır; bir kısmında da tefsir ve tafsilat-ı sünnet’e bırakmıştır. Birer kanun mercii ve hikmet kaynağı mesabesinde olan hadis külliyatı, müslümanın muhtaç olduğu mesele!erin cevabinı getirmiş, müctehidin ictihadına bırakmamıştır. Gerek Kur’an-ı Kerim ve gerekse sünnet-i seniyye, şayet bazı hadiselerin hükümlerine açıklık getirmemiş ise, o zaman icma ve ictihad bahis mevzuudur. Ümmet ulemasının bir meselede ittifakı icmaî, ihtilafı da ictihadı meydana getirmiş. Bu suretle bir hukuk külliyatı vücuda gelmiştir. Kıyamete kadar- her devir ümmetin başvuracağı bu külliyedir: Yeni yeni zuhur eden tek tek hadise olursa yukarda dediğimiz gibi, mevcut ulema ne yapar? Mevcut hadiseyi hükme bağlar ve böylece teşrî hareketi devam etmiş, ictihad kapısı da kapanmamış olur.

Bütün bu açıklamalardan şu neticeye varmış oluyoruz: şer’î meselelerin mercii, sırasıyle şöyledir:

1- Kur’an-ı Kerim’in sarahatı,

2- Sünnet-i seniyyenin delalet ve açıklığa kavuşturması,

3- Ümmet ulemasının ittifakı,

4- Ümmet müctehidlerinin beyanı ve

5- Her asırdakî ulemanın müzakeresi neticesinde vardıkları kararlar.

 

İhtilaf Rahmettir:

Kitap ve sünnet’teki bazı kelime ve ifadelerin iki veya daha çok manalara gelişi, bazı rivayetlerin ulaşıp ulaşmaması, ulaşma şekillerinin ve şartlarının farklılığı, azimet ve ruhsat yollarından birini tercih etme gibi farklilıklar ictihad farklılıklarına ve mezhep ayrılıklarına sebebiyet vermiştir. Ve bu durum yadırganmamalı, tersine faydalı ve yerinde kabul edilmelidir. Çünkü, ihtilaf ilmin şanındandır; her ilimde ihtilaf vardır. Fizikçilerin, kimyagerlerin, hatta tarihçilerin aynı meselelerde ihtilaf ettikleri birer vakıadır. İslam bu gerçeğe işaret etmiş: "Bir kimse ictihadında isabet ederse iki ecir alır, hata ederse bir ecir alır," buyurmuştur.

Bu hadis-i nebevî, bir taraftan ictihad yapmanın ecir ve sevap getireceğini ifade ederken bir taraftan da hataların olabileceğini ve ihtilafın vuku bulacağını, hatta rahmet olduğunu da ihmal etmemiştir.

Evet; bir hidayet kaynağı olan muhterem imam ve müctehidlerimizin aynı meselede ittifak etmelerinin huccet-i katia olmasının yanında ihtilaf etmeleri de bir rahmettir, rahmete vesiledir. Nitekim Beyhaki tarafından munkati bir senetle İbn-i Abbas’tan (r.a.) rivayet edilen bir hadisde şöyle buyrulur:

"Ümmetimin ihtilafı rahmettir."

El-mekasidülhasene’de bu hadisin rivayeti şöyle:

"Ne zaman Allah’ın kitabında size bir hüküm verilmişse onunla amel ediniz. Hiç kimse onunla amel etmeyi terk etmekte mazur sayılmaz. Eğer aradığınız hükmü Allah’ın kitabında bulamazsanız, benden sadır olmuş sünnet’ime yapışınız: Eğer benim sünnet’imi de bulamazsanız ashabımın dediklerine yapışınız. Şüphesiz ashabım göklerdeki yıldızlar gibidir. Onların hangisinin sözüne yapışırsanız hidayet bulup doğru yolda olursunuz. Ashabımın ihtilaf etmesi sizin için rahmettir."

İbn-i Hacib "El-Muhtasar" isimli kitabında "Ümmetimin ihtitafı halk için rahmettir" şeklinde rivayet etti.

Ömer b. Abdülaziz (r.a.), "Eğer Hz. Muhammed’in ashabı ihtilaf etmeseydi, bu durum beni sevindirmezdi. Çünkü, onların ihtilafı olmasaydı ruhsat olamazdı," dedi.

Hatıb; "Harun-i Reşid İmam-i Malik’e: Ey Aba Abdullah! Senin şu kitaplarını yazalım, memleketin her tarafına gönderelim. Ve böylece ümmeti amel etmeye mecbur kılalım, dediğinde Malik Hazretleri: "Ey Mü’minlerin Emiri! Herkes, katında sabit olmuş delile tabi olur. Hepsi de Allah’ın rızasını kasdeder, hepsi de hidayettedir, dedi," diye kayd etmiştir. (İbn-i Abidin, c. 1, s. 68)

Celaleddin Es-Süyutî, Cezilül Mevahib’de Beyhekî hadisini şerh ederken şöyle diyor: "Bu hadisde mevcut olan faidelerden birisi Allah Resulü’nün, kendisinden sonra füruatta mezheplerin ihtilaf edeceklerini haber vermiş olmaktır. Bu, Allah Resulü’nün mucizelerinden biridir.

İkincisi, bu ihtilafa razı olmasıdır,

Üçüncüsü, füruatta bulunan bu ihtilafı tasdik etmektir,

Dördüncüsü, bu ihtilafı rahmet olarak nitelemektir,

Beşincisi, mükellefi serbest bırakmaktır,

ferdin ashabtan dilediğinin sözüne yapışmaktır.

Celaleddin Es-Süyutî şu ilaveyi yapmakta: "Mezheplerin ihtilafi, bu ümmet için büyük bir rahmettir, büyük bir fazilettir. Bu mezheplerin füruattaki ihtilafının ince bir sırrı vardır. Alimler o sırrı idrak ettiler. Cahiller ise, o sırrı idraktan aciz kaldılar. Hatta bazı cahiller bununla da kalmadılar ve dediler ki: "Resulullah (s.a.v.) bir tek Şeriat getirdi. Acaba bu dört mezhep nereden çıktı?!."

"Ben işaret ettiğim sırrı, "Muhakkak ki, bu ümmetin ihtilafı, bu ümmet için rahmettir. Geçmiş ümmetlerin ihtilafı ise, azab ve helaktır," hadis-i şeriften aldım. Biliniyor ki, bu, İslam milletindeki mezheplerin ihtilafının bu ümmet için faziletli bir hususiyet ve tatbikatta kolay bulunan bu Şeriat'ın genişliğinden gelir. Peygamberlerden (salat ve selam üzerlerine olsun!) bazıları bir tek Şeriat ve bir tek hükümle gönderildi... Bineenaleyh, ihtilaflarına nazaran mezhepler, çeşitli ve tatbiki emredilen diğer şeriatlar gibidir. Böylece bu Şeriat, sanki birçok şeriatlar gibi imiş ve Allah’ın peygamberi, bütün o şeriatlarla gönderilmiştir gibi, oldu." Es-Suyutî’nin sözü burada bitti.

 

 

MEZHEPLER - CEMALEDDİN BİN REŞİD  رحمة الله عليه


RISALE

ZÄHLER

Heute 307
Insgesamt 4845163
Am meisten 42997
Durchschnitt 1790