TAKVA

13-09-2017

TAKVA

 

 

Yunus suresinin 62. ve 63. ayet-i kerime’lerinin meal-i şerifini tekrar görelim:

 

,,Haberiniz olsun ki, Allah’ın velilerine (yani evliyaullaha, yani dostlarına) hiçbir korku yoktur, onlar üzülecek de değillerdir. Onlar (Allah’a) iman edip (O’na karşı gelmekten korkan ve) korunanlardır (yani müttaki olanlardır, yani takva ehli olanlardır).

Başında da kaydettiğimiz gibi, Allah’ı sevmenin ve Allah dostu olma-nın iki şartı vardır. Bunlardan biri iman, diğeri de takvadır. Bu iki şartı yerine getirenler ve bu iki vasfı gereği gibi yerine getirenler, Allah sevgisine mazhar olup kendisi onlardan, onlar da kendisinden hoşnut olurlar ve daha dünyada iken bunun müjdesini alırlar. (Rabb’imiz, cümlemizi bu zümreden eylesin! Amin!)

 

İmandan imanın gereklerinden yeteri kadar bahsetmeye çalıştık. Şimdi takva meselesine geçecek, tarifini, tahlilini, taksimini, faziletini anlatacağız (Rabb’imizin lütuf ve inayetiyle). Önce Bakara suresinin başında yeralan bu mübarek kelimenin tarif ve tavsifini görelim:

,,1. Elif, Lam, Mim.

 

2. Bu (öyle) bir kitaptır ki, onda hiç şüphe yoktur. O, (Allah’ın azabından) sakınanlara hidayetin ta kendisidir.

 

3. O (takva sahibi) kimseler, gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah yolunda) harcarlar.

 

4. Yine o kımseler, sana indirilene ve senden once indirilene iman eder, ahirete kesinlikle inanırlar.

 

5. İşte onlar, Rabb’leri tarafından (gösterilen) doğru yol üzere olanların ve kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.“

 

Bu ayet-i kerime’ler, heyet-i umumiyyesiyle ve umumî manada takva

sıfatıyle muttasıf olan müttakileri gözlerimizin önüne sermektedirler.

Şöyle ki:

1- Gaybe iman (yani iman hakikatlerine inanmak),

2- Namazı dosdoğru eda etmek,

3- Sadaka ve zekâtını vermek,

4- Kur’an’a ve önceki kitaplara inanmak,

5- Ahiret hayatına inanmak,

6- Ve netice: Dünyada doğru yol üzerinde olmak, ahirette ise, kurtuluş ve yükselişe ermektir.

 

Demek oluyor ki, „Takva“ kelimesi geniş manasiyle iman hakikatleri-ni de, amel mevzularını da içine almaktadır. Bu girişten sonra, ,,Takva“ babında genellikle faydalanacağımız eser, ,,Tarikat-i Muhammediye ve Şerhi Berika“dır. Zira bu eser; İtikad, ibadet, ahlak, muâmelât ve takva mevzularına sarılmak isteyenlere yardımcı ve aydınlatıcı mesajlar vermektedir. Keza; bu eserde geçmişteki tasavvuf ehli büyük üstadlardan ve onların hayatlarından, kıssalarından söz edildiği gibi, abidlerin ulaşacakları, zahitlerin erebilecekleri mertebe ve kat edecekleri mesafelere de yer verilmiştir. Bu itibarla biz de takva mevzuunda ve diğer ilgili mevzularda bu kitaptan azami derecede isti-fade etmeye çalışacağız. Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi ,,Tarikat-i Muhammediye“ saliklerinin üzerine olsun!

 

 

 

TAKVANIN İZAHI

 

 

Takva; lügatta ,,Vikaye“ kelimesinden türemiştir. ,,Vakyen ve vika-yeten“ bu fiilden mastardır. Manası; korudu, siyanet etti demektir.

 

,,Takva“; mastar değildir, o kökten gelen bir isimdir. İlim kelimesin-de olduğu gibi.

Şeriat’ta ise bu kelimenin iki manası vardır. Biri umumidir. Yani ko-rumaktır, siyanettir, hıfızdır, ictinabtır. Yani ahiretteki her mazarattan, her azabtan uzaklaştırmaktır. Ziyade ve noksanı kabul eder. Takvanın en aşağı derecesi, sahibini ebedi cehennemde kalmayı gerekli kılan ,,Şirk“ten sakınmadır. Takvanın en yücesi; kalbini Hak Teala’dan meşgul eden her şeyden tenezzüh etmesi, beri olmasıdır. Bu, maddî, manevî bütün varlığı ile ağyardan alakayı kesip Mevlâ’ya yönelmekle mümkün olur.

 

Bu ise bütün vaktini ve bütün hallerini Allahu Teala’nın zikriyle doldurmasıdır. İşte sufilerin, muttakilerin yolu budur. Takvanın bir de orta derecesi vardır ki, o da haramlardan sakınmak ve farzları yerine getirmektir. Minhac isimli kitapta kaydedildiğine göre, ,,Takva“ Kur’an’da üç manada kullanılmaktadır:

 

1- Haşyet manasına olanı: ,,Benden korkunuz” gibi,

2- Taat manasına olanı:

,,Ey iman edenler! Allah’tan hakkıyla ittika ediniz! (Sure 3:102)

3- Bir de kalbin gunahlardan arınması, temizlenmiş olmasıdır. Ve işte takvanın hakikatı budur; ilk ikisi değildir. Çünkü onlar kulluğun gereklerindendir. Kur’an şöyle der:

,,Allah’a ve Resulü’ne itaat eden ve Allah’tan haşyet eden ve O’ndan ittika eden kimseler yok mu? İşte onlar fevz ve necat bulanlar ve kurtuluşa erenlerdir. (Sure 24:52)

 

 

Takvanın dereceleri:

1- Şirkten, bid’attan ve mâsiyetlerden sakınmak,

2- Bunların karşılığı ise imandır; Ehl-i Sünnet vel Cemaat’ı ikrardır,

3- İhsan ve istikamettir.

Bir kimsenin muttaki olması için, büyük günahları terk etmenin yanında küçük günahlardan da sakınması lazım mıdır, mevzuunda ihtilaf vardır. Bazıları, şu ayet-i kerime’yi delil alarak ,,Gerekmez!“ derler:

,,Eğer siz, yasaklanan büyük günahlardan sakınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi ağırlanacağınız bir yere koyarız.“

(Sure 4:31)

 

Bazılarına göre ise; her ikisinden de sakınması isabetli olur. Günahlar ister büyük cinsten olsun ister küçük cinsten olsun!..

Şerh-i Akaid’de, Kifaye sahibinden naklen şöyle anlatılmaktadır: Onlar, (yani küçük günahla büyük günah) izafi iki isimdir. Ki onlar zatlariyle bilinmezler. Yani küçükle büyüğü ayırmak kesin değildir. Her bir mâsiyetin fevkında bir masiyet vardır. Ve bu, kendisinden aşa-ğı bir günaha nisbetle büyük sayılır. Yine herhangi masiyetin üzerinde kul ısrar ederse, yani devamlılık gösterirse, o, büyük günahlardan sayılır. Kendisinden istiğfar olunan her günah da küçük günah sayılır.

 

Büyük günahlar, isteyerek ve bilerek işlenendir. Küçük günahlar ise, ,,hata ile, unutularak yapılanlardır” denilmiştir. Bu şekilde küçük günahlar, bu ümmetten kaldırılmış olduğu hadisin şümülüne girrnektedirler:

 

Başka bir görüşte de; büyük günahlar, onları helal görenlerin günahla-rıdır. Küçük günahlar ise, tevbe ve istiğfar edenlerin günahlarıdır.

 

Süddi’nin anlayışı ise şöyle: Büyük günahlar, kendisinden nehyolunan günahlardır. Seyyiat ise, büyük günahların öncülleri ve mukaddimeleri olan tabilerdir. Bir başka ifade ile; kulların küçük gördükleri günahla-rdır. Küçük günahlar ise, kendisinden korktukları günahlardır, denil-miştir. Bu anlayış Begavi’den nakledilmiştir. Böylece ,,Eğer büyük günahlardan sakınırsanız, küçük günahlarınızı keffaret ederiz, örteriz. Şayet büyük günahlardan korkarsanız, küçük günahları reddederiz!“ demek için bir mana olmaz. Belki de şu sözün hakkını vermek gereke-cektir; İkisi arasında ayrılık olduğu ortaya konsa bile, yakinen büyük günahların adedini bilemiyoruz. Bu mevzuda da bir takım ihtilaflı görüşler vardır. Mesela yedidir, yetmiştir veya yediyüzdür diyenler olduğu gibi, miktarı kesin olarak bilinmez, diyenler de vardır.

Yine Said b. Cübeyir’den şöyle nakil olundu: Bu adam İbn-i Abbas’a büyük günahlardan soruldu, ,,Onlar yedi midir“ diye. Dedi ki, onlar yediyüze yakındır. Ancak istiğfar ile birlikte büyük günah yoktur. Israr ile birlikte de küçük günah yoktur.

 

Yine hangi adet itibar olunursa olunsun, bilinmesi elbette gereklidir. Eğer böyle olmazsa ayetteki hitab abes gibi olur ki, Hekim olan Allahu Tealaya münasib olmaz. İşte bu adedin dışında kalanlar ise, kati olarak küçük günahlardır.

 

Bu mevzuda gösterilen delillerden bir kısmı meşhur haber gibidir, bir kısmı ise zayıf haberlere dayanır. Böylece biz, sağlam olan delili alırız. Yedi rivayeti gibi. Ancak şu da var: Allahu Teala, bir hikmete binaen bazı şeyleri gizli kılabilir. Kadir Gecesi ve Cuma saati gibi.

 

O halde büyük günah olması ihtimaline binaen; her mâsiyetten sakın-ma hikmetinden ötürü kebiri (büyük günahı) gizlemesi caiz ve müm-kün olur. Ekseri ulemanın görüşü şudur: Allahu Teala, kebirin (büyük günahların) cümlesini tayin etmedi. Çünkü bu, küçük günahlar üzerine bir teşvik olur. Büyük günahlardan sakınılırsa, küçük günahların keffareti olacağına dair birçok hadis-i şerif’ler vardır. Deniliyor ki; Evliyaullah’tan birisine sormuşlar: Sen bu mertebeyi nasıl buldun? O, cevaben şöyle der: ,,Ben hususi bir amel yapmadım. Ancak şunu yaptım: Günah babında ,,Bu büyüktür veya bu küçüktür“ demedim, günahların hepsinden sakındım. Keza; amel ve ibadet babında da ,,Bu büyüktür veya küçüktür“ demedim, hepsini yaptım ve bu devam etti. O hale geldim ki, fırında pişmiş ekmeklerin neresi helal, neresi haram-dır, görmeye başladım.“ Sufî kardeşimiz de işte böyle olmalı; günahın hepsinden sakınmalı, ibadetlerin de hepsini yapmaya çalışmalıdır ki, aynı zamanda şu hadisin sırrına mazhar olsun:

,,Kul, mübah bile olsa, kendisinde bir beis olmayan şeyleri, kendisinde bir zarar bir beis olan şeylerden sakınabilmek için terketmedikçe müttakilerin derecesine ulaşamaz.“

(Tirmizi, İbni Mace)

 

Münavî şöyle der: Harama düşmek korkusu varsa, helalin fazlalarını terketmektir.

 

İmam-ı, Gazali de şunu ifade etmekte: Helalin fazlasiyle iştigal ve ona dalmak insanı harama çekebilir.

 

O halde; harama çekmesinden kaçınmak için, helalin fazlasından kaçı-nmak gerekir.

 

Merhum Musannıf şöyle diyor: „Bir kimsenin takva ehlinden olabil-

mesi için küçük günahlardan sakınması lazımdır. Yukarıdaki hadis bu babda bir nass’tır.“

 

 

Takva, insanın hangi uzuvlarında cereyan eder?

 

Mü’min ve müttaki bir müslümanın bilmesi gerekir ki, takva iki şeyden ibaret: ,,Münkerattan“yani nehyedilen, hakkında yasak konan söz, fil ve hareketlerin tümünden sakınmak, diğeri de ,,Marufatın“ yani emredilen, tavsiye edilen söz, fiil ve hareketlerin hepsini yerine getirmektir.

 

Münkerler yani hakkında yasak konanlar, iki kısma ayrılır: Ya el ve ayak gibi belli bir uzuvla yapılır ya da bir uzva mahsus değildir.

 

Birincisi şu sekiz uzuvdan ibarettir: Kalp, kulak, göz, dil, el, ayak, mide ve tenasül uzvu.

Hususiyle tarikat ehli her müslümana gereklidir ki, bedeninin bu sekiz uzvunu günahın her türlüsünden koruya! Hem öyle koruya ki, bunlar-dan sakınmayı bir adet haline getirip gönlünde ve kafasında günahlara karşı bir nefret ve bir düşmanlık yerleşmiş ola!.. Ola da müttakilerin zümresinden olup; Onlar o kimselerdir ki, Allah’ın kendilerine in’am ve ihsan ettiği peygamberler, sadıklar, şehidler ve salihlerle beraber olma şerefine ererler ve bu suretle korku nedir bilmeyen, geçmişe de üzülmiyen Allah dostları sınıfına dahil olmuş olurlar. Çünkü İslam’da bir kaide vardır; O da ,,Bir kimse bir kavme bir cemaata benzerse, artık o onlardan sayılır“. Aynı zamanda bir hadis meali olan bu ben-zeyiş, ister hayır yolunda olsun ister şer yolunda olsun farketmez. Der-ler ya: ,Allah yağ mumu isteyene yağ mumu verir, bal mumu isteyene de bal mumu verir.“ Önünüzde iki yol ve iki benzeyiş var: Allah’a kul olmada mesafe alanlar, şeytana kul olma durumuna düşüp şeytanlaş-anlar var. Bu iki tip insanın neticeleri de elbette farklı olacaktır. İlâhî adalet elbette bunu gerektirmektedir.

Şu husus da unutulmamalıdır ki, takva; ilim, amel ve istikâmetin, yani bu üç vasfın sırasiyle yanyana gelmesinin bir neticesidir, bir semeresi-dir. Sofu olmak isteyen kardeşimiz; önce ilim tahsil edecek; şeriat-ı garra’yı öğrenip amel ve icraatını, yapacak, yaparken de istikamet ve adaletten zerre kadar şaşmıyacaktır. Takvanın ve takva ehli olmanın yolu bu üç basamaktan geçecektir. Bunda kimsenin şüphesi olmasın. Bir başka ifade ile; Sofu, ilim adamıdır, amel adamıdır ve aynı zaman-da adalet ve istikamet adamıdır. İstikametsiz ve amelsiz sofu olamıya-cağı gibi, ilimsiz de, şeriat’ın ilmini ve tahsilini yapmadan sofu olamaz, olmasına imkan ve ihtimal yoktur. Ancak kendisini aldatmış olur, şeytana da maskara olur.

Demek oluyor ki, sofu olmanın, tarikat erbabı olmanın ve dolayısıyle Allah dostu olmanın kaçınılmaz şartlarından biri de ilimdir; Ulum-i Diniyye’yi tahsildir ve bunun vesilesi bulunan Ulum-i Arabiyye’yi öğrenmektir. İşte bu hikmete binaendir ki, Allah’ın büyük Kitabı Kur’an; bazen ilme, bazen amele ve bazen de istikamete yönelmekte-dir. İlme teşvik babında ilmi ve ulemayı taltif ediyor; ilim adamlarını Allah’ın varlığının ve birliğinin şahitleri makamına yükseltiyor, ilminin artırılması yolunda dua etmesini peygamberine tavsiye ediyor ve ilim ehlinin yüksek derecelere sahip olduğunu ifade ediyor ve diyor ki:

,,Allah adaleti uygulayarak kendinden başka hiçbir ilah olmadı-ğına şehadet etti. Melekler ve ilim sahipleri de (şehadet etti...): Ondan başka hiçbir ilah yoktur. O, Aziz’dir, hüküm ve hikmet sahibidir.“

(Sure 3:18)

 

,,(Ey Resulüm!)... De ki Ya Rabb’i, benim ilmimi artır!“

(Sure 20:114)

 

,,... (Allah), sizden iman edenlerle kendilerine ilim verilmiş olanları derecelerle yükseltsin. Allah, yaptıklarınızdan hakkıyle haberdardır.“

(Sure 58:11)

 

 Keza; ,,Onlar ki iman edip salih salih amelleri işler, namazlarını dosdoğru kılar ve zekâtlarını verirler. İşte bunlar varya Rabb’leri indinde ecir ve ücretleri vardır hem üzerlerine ne bir korku vardır ne de üzülürler.“

(Sure 2:278)

 

demek suretiyle de amelin önemine işaret ederken, adalet ve istikamet hakkında da şöyle buyurur:

,,Onlar ki, Rabb’imiz Allah’tır dediler sonra da istikamette olup dosdoğru oldular. İşte onlar var ya, onların üzerine melekler: Korkmayın ve üzülmeyin, size vaadedilen cennetle müjdelenin,

derler.“ (Sure 41:30)

 

İşte; bütün bunlar, bu ayet-i kerime’ler, aynı zamanda takvaya ve tak-va ehli olmaya teşvik ve terğip etmektedirler. Zira yukarıda da görül-düğü üzere ilimsiz amel olmaz. Keza istikametsiz de ne ilim olur ne de amel!.. Sonra; cahil de takvadan söz edilemez, fasıkın takvası ise merduttur. Fazilet ise; ilim, amel ve istikamet üçlüsünün bir araya gelmesiyle mümkündür.

Şunu da unutmamak lazımdır ki, bunların içinde en zor olanı istikamettir yani dosdoğru olmaktır. Bu hikmete binaendir ki, Hud suresinin 112. ayetinde

,,O halde sen ve seninle beraber bulunup tevbe edenler emrolun-duğun gibi dosdoğru ol, aşırı gitmeyin! Çünkü O, sizin yaptıkları-nızı mutlaka görüyor.“

(Sure 11:112)

 

ifadesini bulan istikametin ağırlığı ve zorluğu karşısında Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu:

,,Hud suresi beni kocalttı.“

 

Çünkü, istikamet bir yönüyle de ilim ve amelin kesintisiz devam etmesidir. Az da olsa ilmin ve amelin özürsüz kesintiye uğraması istikametin yok olması demektir.

 

 

 

TASAVVUF - CEMALEDDİN BİN REŞİD  رحمة الله عليه


RISALE

ZÄHLER

Heute 1013
Insgesamt 4694555
Am meisten 42997
Durchschnitt 1753