13-09-2017
TEBLİĞİN USÛL VE ÂDÂBI
Bu babda da yine Kur’ân’ı dinleyecegiz. Kur’ân diyor ki:
a) “...Şüphesiz ki, ben size gönderilmiş emin (güvenilir) bir Peygamber'im. Öyleyse, Allah’tan korkup bana itaat edin! Ve ben, (bu tebliğatım üzerine) sizden bir ücret istemiyorum; benim ecrim âlemlerin Rabb’i üzerinedir.” (Şuarâ Sûresi, 107-109)
Birçok peygamberin ifadelerinden ibaret olan bu âyetlerden şunları anlıyoruz:
1- Tebliğci, tebliğatını kendi adına değil, Allah adına yapacaktır. Başkasından değil, ancak Allah’tan korkacaktır ve O’nun vikaye ve himayesine sığınacaktır.
2- Emin, yani inanılır ve güvenilir bir insan olacaktır.
3- Para-pul istemediğini, makam ve şöhret peşinde olmadığını, söz, fiil ve icraatiyle ortaya koyacaktır.
4- Esasen, tebliğ ücretini vermeye; tebliğ gibi mübarek ve önemli bir hizmetin ücretini vermeye âlemlerin Rabb’inden başkasının gücü yetmeyeceği, bu âyet-i kerime’den anlaşılmakta ve sezilmektedir.
b) “Firavun’a gidin! O hakikaten azdı (ben sizin Rabb’inizim dedi). O’na, kavl-i leyyin ile (yumuşak ve tatlı ifadelerle) söyleyin! Ola ki, düşünür veya korkar.” (Tâhâ Sûresi, 43-44)
Âyetler bize şunları hatırlatıyor:
1- Tebliğ yaparken, muhatabınız ne kadar azgın ve ne kadar sert olsa da yine de yumuşak ve tatlı konuşacaksınız; hisse değil, akla hitab edeceksiniz; tahkir edici değil, ikna edici olacaksınız.
2- Kendisini düşünmeye sevketmenin veya içine korku salmanın yolu, olsa olsa buradan geçer ve bu şekilde tebliğ etmeden hâsıl olur.
c) “Allah’ın büyük bir rahmeti sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba sözlü, katı kalpli olsaydın, onlar etrafından dağılıp giderlerdi. Artık, onları bağışla ve kendilerine Allah’tan mağfiret dile; iş hususunda da görüşlerini al! Karar verdin mi artık, Allah’a tevekkül et! Çünkü Allah, kendisine tevekkül edenleri sever.” (Âl-i İmrân Sûresi, 159)
Âyet-i kerime’nin ışığında yürürsek:
1- Tebliğci kaba sözlü, katı yürekli olamaz; sert çıkışlar, merhametsizce saldırılar ve sataşmalarda bulunmaz. Hisse değil, fikre hitab eder, yıkıcı değil, yapıcı olur. İnsaf ve adaleti hiçbir zaman elden bırakmaz ve bir doktorun hastasına karşı davrandığı gibi davranır.
2- Geçmişini unutur; tebliğ ettiği kimsenin geçmiş hayatını araştırmaz. Günah ve hatalarını, kaba ve saba hareketlerini gündeme getirmez, ayıp ve kusurlarını sayıp dökmez. Tersine, şahsıyla alâkalı olanlarını af eder. Diğer hata ve günahları için de dua ve istiğfarda bulunur.
3- İstişareye davet eder; fikirlerini sorar, mâkul ve mantıkî görüşlerinden istifade eder ve bu suretle gönüllerini almış, kendilerini kazanmış olur.
d) “Ey Resûlüm! İnsanları hikmetle, güzel söz ve nasihatla Rabb’inin yoluna davet et! Ve onlara karşı en güzel mücadeleyle mücadele yap! Şüphe yok ki, Rabb’in, yolundan sapanları en iyi bilendir, hidâyete kavuşanları da yine en iyi bilendir.” (Nahl Sûresi, 125)
Bu âyet-i celîle tebliğ mevzuunda plan ve program veriyor, bizim kafamıza bırakmıyor. Şöyle ki:
1- İnsanlar yaratılış itibariyle anlayış ve kavrayışları, kabiliyetleri farklıdır. Hepsi bir değildir. İlim tahsil etmiş ve fikri gelişmiş olanlarda ise, bu farklılık daha da büyüktür. Doktor nasıl ki, ilacın dozajını hastalığın derecesine ve seyrine göre verirse, tebliğci de tebliğatında ve deliller serdetmede muhatabının kabiliyet derecesini, fikrî yapısını nazar-i itibara alacak, konuşmasını, usûl ve üslûbunu ona göre ayarlayacaktır. Şayet mantıkî bir kafaya sahipse, mantıkî konuşacak; değilse avâmın anlayacağı dili ve delili kullanacaktır. Herhangi birisi itiraz ettiği ve tartışmaya girdiği takdirde, münazara âdâbına riâyet edecek ve mücadelesini güzel yapacaktır.
2- Tesir ve neticeyi Allah’a bırakacak, kimin dalâlette ısrar ettiğini, kimin hidâyeti bulacağı hususunu Allah’a havale edecektir.
İslâm’da Münakaşa Yoktur
Evet; İslâm’da münakaşa yoktur, münazara vardır. Münakaşa demek; cedelleşme ve çekişme demektir. Gaye hakkın ortaya çıkması değil, kendisinin galib gelmesidir. İşte bu, İslâm’da yoktur. Esasen, tebliğci pek tartışmaya girmez, saatleri alacak söz düellosuna girmez. Söyleyeceğini söyler, izahı gerekiyorsa, izahını yapar; konuşmasını keserek tatlı bir şekilde yerinde bağlar. İlla da kabul ettireceğim diye uğraşmaz. Hidâyeti sahibine havale eder. Artık onun işi bitmiştir. O, tabir ve teşbih câizse, İslâm’ın o güzel tohumunu, o sağlam çekirdeğini muhatabının gönül tarlasına atmış ve işi bitmiştir. Üzerine Allah’ın rahmet ve hidâyet yağmuru yağarsa, o tohum yeşerir, dal-budak salar ve meyve verir. Hidâyet yağmuru yağmazsa, çekirdek kurur.
İşte, tebliğci bu hususu hiç bir zaman gözden uzak tutmamalıdır.
e) “Allah’a davet eden, salih amel işleyen ve ’ben Müslümanlardanım’ diyen kimseden sözce daha güzel kim vardır?” (Fussilet Sûresi, 33)
Bu mübarek âyet:
1- Sözler içinde en güzel sözün, Allah yoluna davet etme hususunda söylenen söz olduğunu bizlere anlatmakta, yani en şerefli hizmetin, en yüksek rütbenin davet ve tebliğ hizmeti, davet ve tebliğ makamı olduğunu ifade etmekte;
2- Ancak, böyle bir hizmeti vermenin üç şarta bağlı olduğunu ileri sürmektedir:
İlim şartı, amel şartı ve kendisini sadece Müslüman olarak tanıtması ve takdim etmesi.
İlim şartını getiriyor. Bu şart, davet lafzından ve amel-i salih ifadesinden bi’l-iltizam anlaşılmaktadır. Zira ilimsiz ne davet yapılabilir ne de amel-i salih. Davetçi, neye davet edecek, nasıl davet edecek, davetin mevzuu nedir, neden ibarettir, davet etmenin usûl ve kaideleri nelerdir? İşte, bütün bunları bilmelidir. Bilmeden olmaz; kaş yapıyorum derken göz çıkarır. Yaklaştırayım derken, daha da uzaklaştırır; ısındırayım derken, daha da soğutur. O hâlde davetçi ve tebliğci, hiç olmazsa tebliğ edeceği mevzuyu, delillerini, misallerini çok iyi anlamış ve kavramış olacaktır.
Amel
Amel şartı; bu da birinci şart kadar mühimdir. Tebliğci, önce kendi yaşayacak, kendi nefsinde tatbik edecek hem de eksiksiz tatbik edecektir. Yapmadığı ve bizzat yaşamadığı bir şeyi, başkalarına söylemeye, başkalarına tebliğ etmeye kalkarsa, pek kabul görmez, feyz ve bereketi olmaz. Cenâb-ı Hak, Hz. Musa’ya: “Önce kendi nefsine vaaz et, ondan sonra başkasına vaaz et!” diye buyurmuştur. Kur’ân-ı Kerim de: “İnsanlara hayrı emredersiniz de kendi nefsinizi unutur musunuz? Bir de kitap okuyorsunuz! Akıllanmayacak mısınız?!.” (Bakara Sûresi, 44) diyerek yapmadıkları şeyi başkalarına emir ve tavsiye etmeyi uygun görmemiş, üstelik azarlamıştır. Ve böyle bir hareketin akılsızlık olduğunu yüzlerine vurmuştur. Numûne-i timsal olan peygamberler, kendileri yapmadığı bir şeyi başkalarına söylememişlerdir.
Kendisini Müslüman Olarak Tanıtmak
Bu da önceki şartlar kadar mühimdir. “Sen kimsin, kimin oğlusun, nerede okudun, kimin talebesisin, hangi tarikata bağlısın, hangi partidensin, hangi soydansın?..” gibi sorularla karşılaştığında, bunlardan hiç birine cevap vermeyecek, sadece ve sadece “Ben Müslümanım ve Müslümanlardan biriyim!..” diyecektir. İslâm’a hiç bir şeyi ilave etmeyecektir. Hele hele partici olmadığını, ırkçı olmadığını, filan millete veya falan millete bağlı olmakla iftihar etmediğini ve edemeyeceğini açık açık ve net bir şekilde ortaya koyacaktır. Yoksa kolay kolay kabul görmez, tereddüt ve şüphelerle karşılanır.
TEBLİĞCİNİN EL KİTABI - CEMALEDDİN BİN REŞİD رحمة الله عليه
Heute | 819 |
Insgesamt | 4694361 |
Am meisten | 42997 |
Durchschnitt | 1753 |