ZAHİD-İ KEVSERÎ KİMDİR

12-09-2017

ZAHİD-İ KEVSERÎ KİMDİR?

 

Muhammed Zahid ismindeki bu zat, H. 1345’de Düzce’de vefat eden Hasan Hilmi’nin oğludur. Hasan Hilmi de H. 1280 yılı Kafkas muhacirlerinden Ali Rıza’nın oğludur. Altıncı dedesinin ismi "Kevser" olması hasebiyIe kendisine de Kevserî lakabı verilmiştir.

Zahidi Kevserî, 27 veya 28 Şevval 1296 senesinde sabah ezanlarının okunduğu bir sırada Düzce’nin Hasan Efendi Köyü’nde dünyaya gelmiştir. İlk tahsilini Düzce ulemasından görmüş, 1311’de İstanbul’a gelerek Darülhadis Medresesi’ne yerleşmiş, Fatih Camii Medresesi müderrislerinden tahsilini ikmal etmiştir. 1325 yılında da icazetini almış, Birinci Cihan Savaşı’na kadar Fatih Medresesi’nde ders okutmuştur. O sıralarda ittihatçılar "Islah"[1] ismi altında ilim merkezlerini ifsada çalışmakta idiler. İttihat ve Terakkicilerin bu ifsat hareketine karşı çıkanIardan biri de Zahidî Kevseri idi.

Üstad Zahidi Kevseri’nin bizzat yaşadığı ve şahidi olduğu hadiseler arasında çok enteresan olanları vardır. Yaşadığı devir genelde İslam Dini’ni yıkmak ve müesseselerini bozmak için iç ve dış düşmanların işbirliği yaparak gem’i azıya aldıkları bir devirdir. Ve bu devrin ibretamiz hadiselerini günümüz insanının da bilmesi lazımdır. Şeytanî zekâ ile ne korkunç pIanlar hazırlanmış, ne sinsî yalanlar tertip edilmiş ve bunların sahneye konması için İslam’a düşman ne kahramanlar yetiştirilmiştir. İşte bu sahnelerden birkaçı:

 

1- Birer üniversite mesabesinde olan Osmanlı medreselerinde usul:

Osmanlı Medreselerinde talebeler seçtikleri bir müderrisin rahle-i tedrisinde oturur, başından sonuna kadar tahsilini yapar, (on iki ilmi) elde ederek tekmil-i nüsha ederdi. Böyle bir tahsilin müddeti on beş sene idi. Yeni düzenciler söz sahibi olunca, Garb’ın bir kısım ilimlerini de medreselere sokmak, müderrislerini de seçecekleri derslerde serbest bırakmak ve tedrisat müddetini de on beş seneden sekiz seneye indirmek istediler. Ve bunun için de bir cemiyet kurdular. Üstad Zahidî’yi de bu cemiyete aldılar. Şeyh Zahidî, bu hareketin, dinin ve din ilimlerinin aleyhine bir fırıldak olduğunu gördü. Ne demek? Bir taraftan derslerin sayısı çoğaltılsın, bir taraftan da ders müddeti azaltılsın! Bu olacak şey değildir. Hususuyla talebenin çoğu Türk’tür. Dinî ilimler ise Arapça’nın çok iyi kavranmasını gerektirir...

İttihatçılar, işlerine gelmediği için, Şeyhülislâm Muhammed b. Numan EI-Ahıshavi’yi görevinden aldılar da yerine Ürgüplü Hayri Efendi’yi tayin ettiler. Bu tayinleriyle de arzularına ulaşamayan İttihatçılar, bu sefer de bir "Islah" kanunu çıkardılar. Bu sıralarda da Birinci Cihan Savaşı başlamıştı. Üstad Kevserî’yi de yeni düzen, belağat, vazi, aruz derslerini vermek üzere görevlendirdi. Bu arada Üstad Kevserî’nın bazı dostları "O sıralarda İstanbul’da kalması, bazı gailelerin başına gelmesine sebep olur" diye kendisine söylemişlerdi. O da Kastamonu’ya gidip orada bir enstitü açmak istediğini söyledi. Ve o hususta çıkarılan bir emirle oraya gitti. Üç sene kaldıktan sonra tekrar İstanbul’a avdet etti. İstanbul’da muhtelif mekteplerde ders verdikten sonra, "Ders Vekaleti Meclisi"ne âza olarak seçildi. Daha sonra "Ders Vekili"[2] yani mezkur meclisin reisi olarak tayin edildi. Kısa bir müddet sonra da bu görevden azledildi. Azil sebebi şöyle:

Sultan Üçüncü Mustafa’nın H. 1187' de İstanbul’da yaptırmış olduğu bir medrese vardı. İsmine "Laleli Medresesi" denirdi. İstanbul’daki "Düşkünlere Yardım Derneği" bu medreseyi yıkıp yerine düşkünlere bir yurd yapmak iştemişti. Bu dernek Sultan Vahidüddin’in ve Tevfik Paşa’nın riyasetinde çalışırdı. Üstad Kevserî medresenin yıkılmasına karşı çıktı. Ve devrin Şeyhülislâm’ı Nuri Efendi’nin de karşı çıkmasını, itiraz etmesini istedi ise de Şeyhülislâm bir şey yapmadı. Üstad dâvayı mahkemeye götürdü. Esbab-ı mucibe tamamdı, binanın herşeyi mükemmeldi, yıkılması mahkeme kararı olmadan caiz değildi. Dava mahkemede seyrine devam ederken Tevfik Paşa, Sadrazamlığa getirildi. Dâvadan vaz geçmesini Üstad Kevserî’den istedi.

Üstad buna da "Evet" demedi. Bu sefer şunu ileri sürdüler: Bu davayı açma hakkı, "Ders Vekili" olarak sana ait değildir, Şeyhülislâm’a aittir. Buna karşı da Üstad, "Ders Vekili olarak medreseler bana bağlıdır, bu hususta söz sahibi benim!.." dedi ve susturucu deliller getirdi. Medreseyi yıkmada emellerine ulaşamayanlar, Üstad Kevserî’yi görevinden almadan başka çare bulamadılar ve aldılar ise de Üstad yine de susmadı; yerine getirilen zat’a giderek ona şu kesin konuşmayı yaptı:

"Dava üzerinde en azından susar, muhaliflere yardımcı olmazsan ne â’la! Yok, muhaliflere yardımcı olur, medrese dâvasını savunacak avukatları azledersen, bil ki seninle de mücadele edeceğim muhakkaktır.." dedi. O da medreseyi yıkmak isteyenlere yardımcı olmıyacaklarına dair söz vermişti. Fakat, işler tersine döndü; Kemalistler İstanbul’a girdi, medrese yıkıldı, yerine yapılan bina Kızılay idaresine teslim edildi. Şu anda (H. 1359’larda) El-iyaze Billah küfrün ve İslam düşmanlarının merkezi haline geldi. Medresenin yıkım haberi Sultan Vahidüddin’e gelince "Bu çok ciddi bir iş; onu yıkmadan önce yerine onun gibi bir yenisini koymak gerekirdi!.." demek suretiyIe üzüntüsünü ifade etmişti.

 

2- Dini için dünyasını terketmesi:

Kemalistler idareye hâkim olunca, Üstad Kevserî İstanbul’u terk etmek zorunda kaldı. Çünkü Üstad, salabet-i diniyyesi olan, tâviz verme yoluna asla gitmeyen bir zattı. Bu hali İslam düşmanı İttihatçıların hışmını üzerine çekmişti. Kemalistler ise, ittihatçılardan bin beter dinsiz, imansız kâfirlerdi. Dine de, din ulemasına da amansız düşmanlar!.. Mustafa Kemal ve onun etrafındakiler, daha işin başında iseler de Üstad Kevserî ferasetiyle işin nerelere varacağını kestiriyordu. Muvakkat bir zaman için de olsa, Kemalist idarenin elindeki beldeleri terketmekte hayır gördü. Nitekim bazı dostları da işin vehametini, Kemalist idarenin kendisi hakkında hiç de iyi düşünmediklerini kendisine söylemişlerdi. Bunun üzerine Üstad İstanbul’u terketme zorunluluğu duyar, bindiği bir vapurla İskenderiye’ye gider.

Bu arada şunu arzetmekte fayda vardır: Mustafa Kemal ve Kemalcıların "Islahat" adı altında yaptıkları ifsattan birkaç örnek: a) Devleti dinden ayırmış olmalarıdır. Ve zaten en büyük fesatları da budur. Tahribat buradan başladı. "Din ayrı şey, devlet ayrı şey" demeleri, her fitnenin, her melanetin başı oldu. Halbuki azıcık akıl ve izanı olan dahi bilir ve inanır ki, İslam; namaz ve oruçtan ibaret değildir. Ve lakin İslam, hem dindir hem siyasettir. İslam, cemiyet hayatının bütününe hâkim olan bir dindir. Fıkıh kitapIarı ibadet mevzularıyla başlarsa da umumî muamelelere de hususî muamelelere de, âmme hukukuna da, hususî hukuka da bünyesinde geniş yer vermiş, ferdî, ailevî bütün hak ve görevleri tesbit ve tâyin etmiştir. Suçların işlenmesini önlemek için tedbirler almanın yanında suçluları da cezasız bırakmamış, yani bir de ceza hukukuna yer vermiştir. Ve netice itibariyle; İslam Dini; fert ve cemaatın muhtaç olduğu ne varsa onu getirmiş, onu emir ve tavsiye etmiştir. Bu itibarla; dini devletten ayıran ya da ayırmak isteyen, ancak İslam Dini’nin ne olduğunu bilmeyenlerdir.

Üstad Kevserî’nin İstanbul’u terk ederek Mısır’a hicret etmesi, onun hayatında olsun, İslam aleminde olsun mühim bir yer işgal eder. Bir kere kendisi şahsen bol ve müreffeh bir dünya hayatından dar bir hayata intikal etmiştir. Görünüşte bu böyle! Fakat hakikatte ise mesele tam tersidir. O, müreffeh dünya hayatını ve nimetlerini, İslam’ın hatırı için elinin tersiyle itmiş, Allah ve Resulü’ne doğru hicret etmiştir. Münafikane bir tavır takınıp, tâvizkârâne davranıp Kemalistlerin yanında yer alsaydı, elüstü tutulur, krallar gibi yaşayabilirdi. Fakat o, bunu asla düşünmedi ve düşünemezdi de. Onun iman cevheri, dine bağlılığı ve İslam’a hizmet aşkı ve nihayet medenî cesareti buna mani idi.

O, biliyor ve inanıyordu ki, dinini dünya için değil, dünyasını dini için terkedenlere Rabb’isi bereketli ve feyizli daha büyük kapılar açacak ve daha geniş hizmet sahaları lutfedecektir. Ve öyle de olmuştur: Rabb’isi onu dar ve sınırlı Türkiye ufukIarından intikal ettirmiş, bütün bir İslam alemine ve bütün bir tarihe şamil ufuklara kanat açtırmıştır. Çünkü onun Mısır’da oluşu, ona birçok âlim ve ulema ile görüşme, tanışma, ve istifade etme fırsatını vermiş, hür bir hava içerisinde söyliyeceklerini söylemiş, yazacaklarını yazmıştır. Ve bu arada talebe yetiştirmeyi de ihmal etmemiştir. Ve nihayet Allah için yer ve yurdunu terkeden bu büyük âlim, hayatının sonuna kadar Din-i Mübin-i Ahmediyye’ye hizmete kendisini vakfetmiş ve bu hal üzere iken H. 1371’de Dar-ı fenadan Dar-ı bekaya rihlet etmişse de temiz hayatıyla eserlerinin satırlarında, talebelerinin sadırlarında (gönüllerinde) yaşamaktadır. Allah gani gani rahmet eylesin!..

Herşeyden önce bilinmesi lazım gelen birşey var ki, o da şudur: İslam mezheplerinin hepsi de dünyada saadete, ahirette cennete ulaştıran birer yoldur. Buna bir misal vermek gerekirse: Bir şehir düşünün; çeşitli yollardan ve yönlerden bu şehre girilebiliyor. Yani yolcu, bu yollardan hangisine girerse girsin, o girdiği yol onu şehre götürecektir. Yolcu, girdiği yolda bir müddet yürüdükten sonra ne yapıyor? Başka bir yola geçiyor. Sonra üçüncü bir yolu deniyor. Daha sonra da dördüncü bir yola geçmek istiyor ve öyle bir noktaya geliyor ki, artık orada şaşırıyor. Girişler ve çıkışlar o kadar karışıyor ki, dönüp dolaşıyor ve artık şehre girme imkânı kalmıyor.

İşte mezhepsizlik de böyledir. Önce mezhepler hakkında kendisinde vesvese ve kuruntular başlar ve bu durum kendisini, mezhepleri mühimsememeye, hafife almaya ve nihayet inkâr etmeye götürür ve: "Mezhep de ne imiş?! Ben mezhep filan tanımam! Bulduğum ayet ve hadislerle amel ederim!.." der.

Mezhep imamlarından her biri, kılı kırk yararcasına çalışmak suretiyle kitap ve sünnet’ten usul ve kaideler cıkarmış; nesih mevzuunda, hadislerin derecelerinde, kelimelerin mâna ve mefhumunda, icmâ ve kısımlarında, kıyas ve istihsan meselelerinde farklı şartları ileri sürmüşler; fıkhî içtihatlarını o esaslar üzerine kurmuşlardır. (Ve bugün bir fıkıh külliyatı, bir ilim hazinesi ve ölmez eserler meydana getirmişlerdir...)

Bir insanın bir mezhebe bağlanması demek, o mezhebin delillerini tercih etmesi, kuvvetli bulması demektir. Diğer bir mezhebe yöneldiği zaman, demek oluyor ki, yöneldiği mezhebin delillerini daha cazib görmüş oluyor. Üçüncü bir mezhebe geçmek isterse, işte o zaman karışıklık başlar, vesveseler birbirini takib eder ve artık hiçbir mezhebde dikiş tutturamaz. Hepsini inkâr eder gider. Mezhep mevzuunda hataya düşmenin bir başka şekli daha var! Adam ne yapıyor? Her mezhebten heva ve hevesine uygun olanı alıyor ve bu suretle heva ve hevesini mezheb hususunda hakem kabul etmiş oluyor. Nefsin, heva ve hevesine uyması ise, yoldan çıkmanın, uçuruma yuvarlanmanın en büyük sebeplerindendir. Çünkü, heva ve hevesle ne Şeriat olur ne de şer’î meseleler arasında tercih yapılır.

Şu hususu da çok iyi bilmemiz gerekir ki bizlerin, ilim, amel, ahlak, mes’uliyet ve takva yönünden, delillerden şerî hükümleri çıkaran müctehidlerin üstünde olmamız şöyle dursun, seviyelerinde bile olmamız mümkün değildir. Gerçi bu ifademizle zamanımız ulemasından (o zaman ki ulemayı kastediyor. Mütercim) kimseye târiz etmiyoruz. Bunların içerisinde de âlim, zahid, takva ehli yok değildir. Lakin o çapta, o seviyede; maddiyattan, dünya ve varlıklarından tamamen gaflet eden, bunlardan vazgeçen, ve sırası geldiğinde bunları elinin tersiyle iten kaç kişi bulabiliriz?..

Mesela: Bugün öyle bir alim bulabilir miyiz ki, "Kadilkudat" yani başkadılık kendisine teklif edilsin, teklifte ısrar edilsin, hapse atılsın, öldürülürcesine kırbaçlansın yine de o buna "Hayır!" desin; (İmam-ı Azam gibi) kabule yanaşmasın! Veya Medine-i Münevvere sokaklarında ayakkabılarını çıkarıp yalınayak yürüyen ve sebebi sorulduğunda da "Peygamberimin ayaklarının bastığı yerlere ben nasıl ayakkabılarımla basabilirim?! . diye cevap veren (İmam-ı Malik gibi) bir kimseyi bugün bulmamız mümkün mü?.. Veya devrin halifesinin bütün ısrarlarına rağmen, hatta kırbaçlar altında can verme tehlikesine düştüğü halde yine de "Kur’an’ın mahluk olduğunu" kabule yanaşmayan (İmam-ı  A. b. Hanbel gibi) birisine rastlamak mümkün mü?..

Bugün bu çapta, bu ayarda âlim müctehid bulabiliyorsak, hemen kendilerinin etrafında toplanalım, ortaya koyacakları ve belirtecekleri tek mezhepte birleşelim?!.

Ama bu zamanda bu suale "Evet" demek, müsbet cevap vermek mümkün mü? İlmî kariyerlerini bir tarafa bırakalım, o müctehid imamların dinlerindeki ihlas ve samimiyetlerini, salabet ve cesaretlerini, canları pahasına da olsa, tavizsiz ve ivazsız olma vasıflarını bugün bulmak imkân harici değil midir? O halde ne yapmak lazım? Yapılacak tek şey vardır. O da her yönüyle erişilmez büyüklüğe sahip o mezheb imamlarının, o müctehidin-i İ’zam Efendilerimizin ortaya koymuş oldukları mezheblere, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da bağlı kalmak ve bir takım indî ve cahilce fikirlerle ortalığı velveleye verenlerin sözlerine asla iltifat etmemektir. Ve bu arada yine bilmemiz lazımdır ki, mezheb ihtilaflarında hikmet vardır, maslahat vardır, kolaylık vardır ve nihayet rahmet vardır. Ve nihayet Kur’an gibi ilâhî kaynaktan feyz alan, Allah Resulü’nün (s.a.v.) söz, fiil ve hareketlerinden istifade eden her mezhep, her asrın doğusunun da batısının da her yönden ihtiyaçlarına cevap verecek güç ve imkâna sahiptir. Allah cümlesinden razı olsun!

Siyaset iddia eden bir insan düşünün ki, esas aldığı ve üzerinde ihlas ve samimiyetle durduğu hiçbir siyasî prensibe sahip olmasın! Böyle bir insanın siyaset adamları arasında en ufak bir değeri var mıdır?

Keza öyle bir adam düşünün ki araziye uyar; herkesi aldatmak için her gördüğüne "Ben seninle beraberim!" der. Bunun da bir değeri var mıdır?

Bu tip insanlara elbette itibar edilmez; üstelik bunlar en adî, en karaktersiz insanlar sayılır. Kezalik, mezhepsizliği şiar edinen ve mezhepler arasında dönüp dolaşanlar var ya! İşte bunlar, onlardan daha da âdî, daha da karaktersizdir!..

İlmin her dalında ve her devirde ulema arasında ihtilaflar olabilir, farklı düşünmeler, anlamalar normaldir, olağandır. Ama aralarında temelde ve esasta mutlaka ortak noktaları vardır. Bir ilmin dalında müşterek olsunlar da birbirlerine tamamen yabancı olsunlar. Bu da elbette olamaz. Mesela: Bir kimse felsefeci olduğunu iddia etsin de felsefe mesleklerinden hiçbiriyle ilgisi olmasın; böyle bir adam da felsefeye değil, beyinsizliğe nisbet edilir. Keza; ilmin tedvin etmede, kitap te’lif etmede farklı usul ve prensiplere, belli mezhep ve meşreblere gidenler vardır. Hatta Arapça gibi lisan ilimlerinde dahi, bu husus göze çarpmaktadır.

 

MEZHEPLER - CEMALEDDİN BİN REŞİD  رحمة الله عليه

 


[1] "Islah" kelimesi çok istismar edilen bir kelimedir. Öteden beri İslam düşmanları tarafından bir maske olarak kullanılmıştır. Onların gayesi İslam’a karşı savaşıp onu yıkmak ve yok etmektir. Bu vadide kendilerine engel olan her müesseseyi elbette ifsat ve tahrib edeceklerdir. Ama bu hâinâne davranışlarında "Islah" etme tâbirini daima bir maske olarak kullanagelmişlerdir.

 

 

[2] "Ders Vekili" ünvanı: Sultan İkinci Beyazit bir medrese yaptırır. Şeyhülislam’ın bu medresede ders vermesini emreder. Zamanla tayin edilen Şeyhülislam’lar, ilimle meşgul olmanın yanında hatta daha çok siyasetle de yani devlet idaresiyle de meşgul olurlardı. Tedrisatı yürütmek üzere de kendilerine naib ve vekil olarak müderrisler tayin ederlerdi. Bu zatlar "Ders Vekili" ünvanıyla tanınmaya başladılar. Sonra zamanın akışı içerisinde Şeyhülislam için üç vekil meydana getirildi. Bunlardan biri fetva için ki, buna "Fetva Emini" ünvanı verildi. Biri de ilim, ulema ve medreselerle meşgul olur ki, buna da "Vekilüdders" yani "Ders Vekili" denirdi. Üçüncüsü ise şer-i tahkikat ve dava işlerine bakar, kadıların i’lâm ve kararlarının sicil ve dosyalarını muhafaza ederdi. Kadıların tayin ve azilleri de yine bu makamın verdiği raporlara istinaden Padişah tarafından yapılırdı. (Makalat-ı Kevserî; 6-12)

 

 

 


RISALE

ZÄHLER

Heute 994
Insgesamt 4694536
Am meisten 42997
Durchschnitt 1753